Kulaktan kulağa, ağızdan ağıza Cümbüş Cemaat!

Boğaziçi'nin Taş Oda geleneğinden yetişip profesyonel müzik serüvenini kendi mekanında ve menzilinde sürdüren Cümbüş Cemaat, bu yıl Cannes Film Festivali'nde Tony Gatlif'in son filminin özel gösteriminde coşkulu bir konser verdi. Filmin ve konserin perde arkasını Cümbüş Cemaat'ten Cem Köklükaya anlattı...

Boğaziçi’nin Taş Oda geleneğinden gelen, ardından kendi yolunu bulan, ‘’şöhret’’i kulaktan kulağa yayılan bir grup Cümbüş Cemaat. Şarkılarıyla  sokakların, mekanların, geçmişin nabzını tutuyor; hayatlarımıza hoş bir sada katıyorlar.

Cümbüş Cemaat ekibi dünyaca ünlü Fransız yönetmen, müzisyen ve senaryo yazarı Tony Gatlif’in son filminde yer alarak Cannes Film Festivali’nde bir konser verdi.

Türkiye’den Güverte Filmin ortak yapımcısı olduğu ve bir bölümü Türkiye’de çekilen Gatlif’in yeni filmi Djam dünya prömiyerini 25 Mayıs’ta Cannes Film Festivalinde yaptı.

Cümbüş Cemaat ekibi ise bazı hoş tesadüfler sonucu yer aldıkları bu projede Cannes’da kırmızı halıda Gatlif’e ve başrol oyuncularına eşlik etmekle kalmayıp aynı zamanda Cannes’da sahne de alarak dinleyicilere coşkulu bir konser sundu. Cannes Film Festivali’nin plaj sineması bölümünde yer alan bu gösterim halka açık olarak gerçekleşti. Özel gösterim öncesinde festival tarihinde ilk kez gelen özel bir taleple filmin Cümbüş Cemaat üyeleri Yunan müzisyenler ile birlikte çaldılar.

Cümbüş Cemaat’in solisti, Boğaziçi Üniversitesi Elektrik Elektronik Mühendisliği mezunu (’07) müzisyen Cem Köklükaya’dan sürpriz tesadüflerle dahil oldukları bu projenin hikayesini ve Cümbüş Cemaat’in müzikal serüvenini dinledik.

 

Tony Gatlif ile yolunuz nasıl kesişti, oradan başlayalım mı?

Hikâye, filmin Türkiyeli yapımcısı Suzan Güverte’den, ki kendisi de Boğaziçilidir, gelen bir telefonla başladı. Suzan Güverte bize Tony Gatlif’in yeni filmi için İstanbul’da mekân arayışı içinde olduğunu anlattı ve o akşam bir yerde çalıp çalmadığımızı sordu. Biz de o sırada bir düğünde sahne alıyorduk. Suzan, Gatlif’i bizimle tanıştırmak istediğini söyleyince yönetmeni çaldığımız düğüne davet ettik. İlk tanışma orada oldu. Ardından Beyoğlu’nda, Temmuz ayından bu yana işlettiğimiz mekâna, Kanto’da yeniden buluştuk. Gatlif’in geleceği akşam İstanbul’daki bütün müzisyen arkadaşlarımı Kanto’ya çağırdım. Nasıl ve nereden bildiğini bilmiyorum ama meşhur ‘Rampi’ adlı parçayı (kanto formatında Türkçe ve Yunanca sözleri olan bir şarkı) çalmamızı istedi Tony Gatlif.

İşin içinde Rebetiko olacağını anladığımda İstanbul’da yaşayan müzisyen Haris Rigas’ı da o buluşmaya davet etmiştim. Haris aslında Oxford mezunu bir filologdur ve Boğaziçi’nde Siyaset yüksek lisansı yapmıştır… Ve yine Boğaziçi’nden arkadaşımız Melike, sahne adıyla Melik Şah’ı da projeye dahil ederek Gatlif ile buluşmamızın ardından filmin Kanto’daki sahnesi için çekimlere başladık.

Yaklaşık 10-12 müzisyenden oluşan bir ekiple kayıt ve çekimler geçen Kasım ayında yapıldı ve tüm süreç neredeyse sorunsuz geçti. Filmin Cannes Film Festivali’nde gösterileceğini biliyorduk ama bizim de orada olacağımızı doğrusu beklemiyorduk. Mayıs ayında bir telefonla filmin yarışma dışı özel gösterimde yer alacağını öğrendik ve 25-26 Mayıs tarihleri için özel bir konser daveti aldık. Konserde Yunanistan’dan müzisyenler de vardı. İlk kez tanışmamıza ve sıkışık zamanda prova bile alamamıza rağmen sahnede güzel bir uyum yakaladık. Ayrıca Cannes’da kırmızı halıda yürüme şerefine nail olmak bizim için onur vericiydi.

Bundan sonraki süreçte filme dair başka sürpriz var mı?

Filmin Kasım’da Türkiye’de vizyona girmesi planlanıyor. Biz de aynı dönemde ilk albümümüzü yayınlamayı planlıyoruz. İlk albüm Balkan şarkılarından Rebetikolar’dan, Doğu Avrupa’dan Klezmer müziğinden ve büyük oranda Anadolu’dan beslenen, tabiri caiz ise ‘’etnik füzyon’’ bir çalışma olacak.

Daha önce hiç film projesinde yer almış mıydınız?

Bu ilk film maceramız değil aslında ve enteresan bir biçimde yine bir düğün vesilesiyle içine girdiğimiz bir filmimiz oldu. Yılmaz Erdoğan’ın Kelebeğin Rüyası filminde yer aldık. Filmin çekimleri Heybeliada’da yapılıyordu. Biz de o sırada aynı mekânda Muhtelif grubundan bir arkadaşımızın düğününde Heybeliada’daydık. Yılmaz Erdoğan bizi dinledi ve filminde sahne almamızı teklif etti. Ertesi gün düğün sahnesinde iki parça çaldık.

Cümbüş Cemaat’in hikayesine dönecek olursak...  İlk defa Boğaziçi’nin Taş Oda festivalinde yıldızı parlayan bir grup olarak adını duyduk Cümbüş Cemaat’in…

Evet, 2006’da Cümbüş Cemaat’i Boğaziçi’nde kurduk. Çoğumuz mühendislik öğrencisiydik. O yıllarda Folklor Kulübü, Türk Klasik Müziği Kulübü, Müzik Kulübü gibi kulüpler üretim anlamında evangelist sayılabilecek işler çıkarıyorlar, yeni ufuklar açıyorlardı. Biz de prova yapmaya başladığımız, mezuniyete yakın olduğumuz bir dönemde Taş Oda’da çalmaya başlamıştık. Taş Oda’da ağırlıklı olarak rock müziği hâkimdi, biz ise daha etnik odaklı işler yapıyorduk. Bu da bizi daha ayrıksı bir noktaya taşıyordu.

İlk defa Taş Oda Festivali’nde sahneye çıkıp Ada Sahillerinde’ yi çalmaya başladığımızda siyah giyimli rocker dinleyicinin bir anda ellerini havaya kaldırıp dans ettiğini gördük. Bu bizim için kritik bir eşikti. O güne dek kendi içimizde yapyığımız işi sahneye taşıdığımızda neye benzeyeceğini görmüştük. Daha sonra okuldaki pek çok etkinlikte sahne aldık. Sahnede olma halini nasıl devam ettirebileceğimizi düşünürken de kendimize bir yer aramaya başladık. O zamanki yıllarda Beyoğlu’nda Araf vardı ve bize bir şans verdiler. Yine o yıllarda, 10 yıllık bir süreçten bahsediyoruz, dünyanın pek çok ülkesinden insan geliyordu. Bizi Kolombiya’ya konsere davet edenler oluyordu. Araf’ta çaldığımız yıllarda Tony Gatlif’in müziklerini dinliyor ve ilham alıyorduk.

Ama sizi temin ederim, Gatlif bir gün bizi keşfetse de bir gün bir film sahnesinde biz de yer alsak, gibi bir düşünce aklımızdan bile geçmiyordu!

Hem müzisyenlik hem de bir dönem Beyoğlu’nun efsane mekânlarından Araf iken şimdilerde Kanto’ya dönüşen mekânın işletmeciliği… Müzik ve eğlence sektörünün her iki tarafında da yer alıyorsunuz, bu zorlayıcı olsa gerek?

Aslında Kanto ilk mekânımız değil. Bizim mekân açma hikâyemiz dört yıl önce Mis Sokak’ta Barba ile başladı. Barba, bar denen mimari olgunun aslında iletişimi güçlendirmeyi hedefleyerek dizayn edilebileceğini göstermek açısından bizim için bir ilk deneyim oldu. Barba’dan sonra geçen yıl Temmuz’da Barba’nın ‘’ablası’ Kanto’yu açtık. İki mekânın da isimleri Cemal Süreya’nın Kanto şiirinden alındı. Bilirsiniz, şöyledir bazı dizeleri: ‘’Garson bira getir / Garsonun adı Barba, Garson rakı getir / Garsonun adı Hakkı, Garson şarap getir /Garsonun hali harap’’. Bu sektörde çalışanlar olarak hal-i pür melalimizi de anlatır bir bakıma…

Barba müzik yapmaya elverişli bir mekân değildi. Biz aynı zamanda müzik yapabileceğimiz bir mekân yaratmak istiyorduk.  Araf’ın Kanto’ya dönüşmesi böyle oldu.

Kanto, bir konser salonunda konser dinlenebilecek türde bir mekân değil. Yemek yenilip aynı zamanda canlı müzik de dinlenebilen bir mekân. Böylelikle hem sahnedeki iş değer buluyor hem de insanlar eğlenebiliyorlar, bu iki alanda da belli bir kalite dengesi söz konusu. Bu herkes için tatmin edici olması bakımından ve Kanto açısından en mutlu olduğumuz durumlardan biri.

Öte yandan Beyoğlu’nun son yıllardaki durumu malum. Ama ısrarla burada olmaya devam ediyorsunuz…

Evet, erozyona uğrayan bir bölgeden bahsediyoruz. Beyoğlu, çoğu insanın üniversite dönemi hatıralarını barındıran bir bölge. Hatıralarımızın olduğu mekanlar teker teker kapandıkça sanki anlarımız da bir daha bulamayacağımız bir yerlere kapatılmış gibi oluyor. Ancak kültürel zenginleşmenin devamı için böyle mekanların muhafaza edilmesi gerekiyor.

Öte yandan eğlence artık pahalı bir şey haline geldi şu zamanda. Bu hem alıcıyı hem de satıcıyı doğrudan zorlayan bir durum. Ya kaliteden feragat etmek ya da ‘’seçkinci’’ olmaya zorlanmak gibi bir durumla karşı karşıyasınız. Ancak bu böyle olmak zorunda değil… Defalarca izlediğimiz Mavi Boncuk filmini hatırlarsınız; filmdeki kahramanlar gittikleri gazinoda insan yerine konulmadıkları için tutup kendi gazinolarını açıyorlardı. Bizimkisi de biraz böyle bir hikâye. Elbette bizim insan yerine konulmadığımız bir yer olmadı ama, iki şıkırtılı avize koyup yemeklerin fiyatını iki katına çıkarmakla bu işin yürümeyeceğini düşünerek ve farklı bir örnek olacağını düşünerek Kanto’yu açtık. Bu işin de bir etiği var ve adalet duygusu aranacaksa bu işte de aranmalı düsturuyla davranmaya çalıştık.

Taksim’de pek çok mekân kapanırken ve İstanbul’da eğlence hayatı ve tüketimi Kadıköy’e doğru yer değiştirirken ısrarla biz kalacağız mı diyorsunuz?

İyi olan direnme gücünü sürdürecektir. Mekânı başka bir yere taşımak, popüler olduğu için örneğin Kadıköy gibi bir yere taşınmak, bizim için pek söz konusu değil. Biz öyle veya böyle bir misyon üstlendik.

Sadece Kadıköy değil mesela Almanya, Türkiye’den son zamanlarda müthiş bir entelektüel göç alıyor. Almanya’ya Türkiye’den giden entelektüeller veya yaşam tarzını sürdüremeyeceğini düşündükleri için oraya gidenler eğlence, yeme içme sektörüne girmeye, kendi mekanlarını açmaya başladılar. Belki şu an orada Kadıköy’deki duruma benzer bir hal yaşanıyor.  Trendler durmaksızın değişiyor.

Bundan beş yıl önce ise İstanbul yurtdışından müzisyenler açısından çok popüler bir yerdi. Biz mesela, sahnemizde yurtdışından çok sayıda müzisyen ağırlıyorduk. Böyle karşılaşmalar kültürel sentez ya da füzyon hikayelerinin doğmasına neden oluyordu. Fransız bir kemancı dostumuz vardı ve uzun yıllarını burada geçirmişti. Klasik Batı müziği eğitimi olmasına rağmen burada alaylı biçimde, sokak müzisyenlerinden filan keman öğrenerek kendisine bir eğitim alanı yarattı.

Şimdi artık sokakta da bir horlama, küçük görme hali var. Eskiden bu daha kolaydı, daha kolay bir araya geliyorduk müzisyenlerle. Ve o zamanlar bu tür örnekler yaşarken farkında olamadığımız şeylerdi. Şimdilerde bu zengin kültürel ortam yoğunluğunu kaybedince biz de eskiden üretilenlere tutunur hale geldik.

 

 

Söyleşi: Ö.Duygu Durgun /Kurumsal İletişim Ofisi