‘’Beni yetiştiren Boğaziçi’dir’’

‘’Boğaziçi’nde okunur ama kulüplerinden mezun olunur’’ deyişinin hayattaki somutlaşmış örneklerinden biri… Avangard tiyatro çalışmalarıyla tanınan, ABD’de yaşayan mezunumuz Semih Fırıncıoğlu’yla Boğaziçi’ndeki öğrencilik yıllarına ve son çalışmalarına dair söyleştik.

Semih Fırıncıoğlu, 1976 yılında Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Üniversite yılları boyunca gösteri sanatlarıyla ilgilenen Semih Fırıncıoğlu, Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları ve Boğaziçi Üniversitesi Folklor Kulübü’nde çalışmalar yaptı. Boğaziçi Üniversitesi Müzik Kulübü’nün kurucuları arasında yer aldı. “Boğaziçi'nde okunur ama kulüplerden mezun olunur.” sözünün somut bir örneği olan Fırıncıoğlu, hayatından gösteri sanatlarını mezun olduktan sonra da asla çıkarmadı. İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde doktorasını, ardından Yale Üniversitesi’nde dramaturgi dalında doktora-üstü çalışmalarını tamamladı. Hala New York’ta yaşayan Semih Fırıncıoğlu, yazarlık, bestecilik, çevirmenlik ve tiyatro yönetmenliği gibi birçok alanda çalışmalarını sürdürüyor.

Bu çalışmalarından en yenisi, SALT Galata binasına özel kurguladığı ve yönettiği “Uçuruma Doğru Lezzet Lokantası” dans tiyatrosu geçtiğimiz Ekim ayı boyunca seyirciyle buluştu. Biz de kendisiyle gerçekleştirdiğimiz söyleşiyle öğrencilik yıllarına, Türkiye’deki yeni kurulan sanat ortamlarına dair gözlemlerine ve SALT Galata’da gösterilen son oyununa dair konuşma imkânı bulduk. Bu keyifli sohbeti siz Boğaziçi’nden Haberler okuyucuları için paylaşıyoruz…

Öncelikle biraz kendinizden bahsedebilir misiniz?

Ben Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden 1976 yılında mezun oldum. Mezun olduktan sonra yaklaşık 3.5 yıl boyunca Boğaziçi Üniversitesi’nde Öğrenci Faaliyetleri Amiri olarak görev yaptım. Bu yıllarda kulüplerin faaliyetlerinin koordinasyonu bana aitti. 1980 yılının ortalarına kadar bu görevi yaptım. Öğrenci Faaliyetleri Binası'nı biliyorsunuzdur, orada bu işle sorumlu olan insanların geleneksel olarak yaşadığı bir oda vardı. Ben de orada kalıyordum. Öğrenci Faaliyetleri Amiri o zamanlar devamlı kampüste otururdu. Burada çalışırken İstanbul Üniversitesi'nde doktora yaptım. İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde Tiyatro Edebiyatı alanında uzmanlaştım. Kampüsten de bir kız arkadaşım vardı. Onunla evlendik. Sonra birlikte New York'a gittik. Ben bir yıl Yale Üniversitesi'nde Dramaturgi alanında doktora üstü yaptım. Ardından orada bir iş buldum ve kaldım. 33 senedir New York'ta yaşıyorum.

Boğaziçi Üniversitesi’nde Öğrenci Faaliyetleri Amiri olduğunuza göre öğrencilik yıllarınızdan bu yana öğrenci faaliyetlerinin içinde aktif bir şekilde yer almış olmalısınız. Bize biraz öğrencilik yıllarınızdan bahsedebilir misiniz?

Öncelikle şunu belirtmek istiyorum siz beni çağırınca ben hemen dedim ki Boğaziçi Üniversitesi'yse gitmem gerekiyor. Bizim aşağı yukarı bütün çalışmalarımız burada başladı. Derler ya “Boğaziçi'nde okunur ama kulüplerden mezun olunur.” Benim için de öyle oldu. Benim girdiğim yıl okul Robert Kolej'den Boğaziçi Üniversitesi'ne geçiş yaptı. Her şey havadaydı, ne olacağı belli değildi. Kulüplerin sayısının artması ve kurumsallaşması o yıllarda başladı. O zamanlar Folklor Kulübü vardı orada öğrencilik yıllarımın sonuna kadar çalıştım. Ayrıca kampüste şu anda Müzik Kulübü adıyla yapılan çalışmaları başlatan birkaç kişiden biriydim. O dönemde, yanlış hatırlamıyorsam 15 kulüp vardı. O zaman için de muazzam renkli bir kampüs hayatından söz ediyorum. Bu bahsettiğim Öğrenci Faaliyetleri Binası 24 saat faaldi diyebilirim. Robert Kolej'den Boğaziçi Üniversitesi'ne geçilince öğrenci sayısının zamanla artmasıyla bu kulüplerin sayıları ve faaliyetleri de artarak devam etti. O dönemlerden çok renkli simalar var ve hemen hepsi bugün çok yaratıcı işler yapan ve sanat dünyasının içinde olan insanlar. Bizim Müzik Kulübü'nden profesyonel olarak müzik işine giren çok kişi oldu. Tiyatrodan da aynı şekilde birçok insan profesyonel tiyatrocu olarak devam etti. Ben de tiyatroya burada başladım. Ben Tarsus Amerikan Koleji mezunuyum ve orada tiyatro yapabileceğim bir alan yoktu ama Boğaziçi Üniversitesi’nde tiyatroya başladım. Müzik için de aynı şey geçerli. Benim bugünkü çıkışım bütünüyle Boğaziçi Üniversitesi'dir. Toplamda baktığımızda 9 veya 10 yıl boyunca bu işlerin içinde, buradaydım.
 
Güncel Türkiye tiyatrosundan tanıdığımız Engin Cezzar ya da Genco Erkal gibi diğer Robert Kolej mezunu oyuncularla çalışmalar yapma şansınız oldu mu kampüste geçirdiğiniz yıllarda?

Evet, Genco Erkal’la kampüsteyken çalışmalar yapmıştım ama beraber bir prodüksiyon çıkarmamıştık.

Pekiyi, o zamanki tiyatro çalışmaları ve ortamıyla bugünü karşılaştırdığınızda ne gibi benzerlikler veya farklılıklar görüyorsunuz?

O yıllarda Türkiye'de sanat faaliyetleri iki grup tarafından yapılırdı. Ben çıktığımda manzara en azından öyleydi. Sanat bir yandan devlet memurları tarafından, devlet tiyatrosu, şehir tiyatrosu veya konservatuvarlarda yapılırdı. Diğer yandan da yabancı dille eğitim veren özel liselerden mezun olup Boğaziçi Üniversitesi, Galatasaray Lisesi gibi elit okullarda okumuş insanlar tarafından sanat yapılırdı. Biz tabii o zamanlarda eleştirilirdik bu açıdan. Haklıydılar da. Biz Boğaziçi Üniversitesi içinde çok izole çalışırdık. Okulun dışıyla hemen hemen hiçbir bağlantımız yoktu. Kendimize model olarak Avrupa veya Amerika'yı alıyorduk. Şimdi bu bütünüyle kaybolmuş, benim gördüğüm kadarıyla. Türkiye'de bambaşka bir manzara var sanatlarda. Birincisi, bu elit okullardan mezun olanlar, benim gözlemlerime göre artık sanatla pek ilgilenmiyorlar. Amaç, temelde iyi para kazanacak kariyer edinmek ve de özellikle yurtdışına kaçmak. Böyle bir eğilim var ve bunun sonucu olarak da büyük bir göç var şu anda. Özellikle son 4-5 yıldır New York'ta görüyorum, Türkiye'den gelen yabancı dille eğitim veren özel lise mezunlarının sayısı muazzam kabarık. Birincisi, üniversiteye giriş sınavı artık eskisi gibi değil, biz aldığımız eğitimle başarılı olamıyoruz o sınavda diyorlar. Türkiye’de okumak istesek bile doğru düzgün bir yere giremiyoruz. Onun için Amerika'da maddi imkânları da varsa okumak daha akıllıca geliyor. İkincisi de burada özel üniversiteye gitmenin parasıyla Amerika'da bir devlet üniversitesine gitmenin parası aşağı yukarı aynı.

Benim şu an var olan sanat ortamında gördüğüm, devlet okullarından mezun, dil bilmeyen, yoksul kesimlerden gelen bir genç kesim var. Ne kadar genelleyebiliriz, sayıları ne kadardır bilmiyorum. Ben birazcık pencereden bakıp genelleme yapıyorum Türkiye'de yaşamadığım için. Bu gençlere ben “Yeldeğirmeni Ekibi” diyorum genelde. Merkezleri Kadıköy'deki Yeldeğirmeni bu çocukların. Altıyol, Yeldeğirmeni, Bahariye, Moda, orada muazzam bir sanatsal aktivite var. Metrobüs ve metro çok şey değiştirmiş buralarda. Çok ücra yerlerde oturan çocuklar bile çok çabuk bir biçimde merkeze gelip orada geç saatlere kadar bir şeyler yapıp tekrar geri dönebiliyorlar. Çok büyük bir hareketlilik var. Bu ekibin ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Şu ana kadar gördüklerimden anladığım birincisi bunların yurtdışına gitme, Türkiye'den kaçma olanağı yok. Onun için burada kendilerine bir tür alternatif yaşam kurmaya çalışıyorlar. Bir sloganları da var: "Başka bir dünya mümkün." Bir bakıma bizim Boğaziçi'ndeki kampüsü, kampüs olanağı olmayan çocuklar sokakta kurmuşlar gibi bir duygu geldi bana. Birkaç arkadaşıma söyledim, “Haklısın” dediler.

Geçtiğimiz Ekim ayı boyunca siz de Türkiye’de “Uçuruma Doğru Lezzet Lokantası” dans tiyatrosuyla bu sanat ortamının birebir içinde bulundunuz, İstanbul’daki genç sanatçılarla tanıştınız. Belki biraz bu deneyiminizden bahsedebilirsiniz? Bu proje nasıl ortaya çıktı, nelere dikkat çekmek istedi? Nasıl tepkiler aldı?

“Uçuruma Doğru Lezzet Lokantası” SALT Galata'da oynandı. SALT'ın başında Vasıf Kortun diye birisi vardır. Kendisi benim dönemimden Boğaziçi Üniversitesi mezunu. Boğaziçi Üniversitesi’nden sonra Amerika'da da birlikteydik. Benim yaptığım işleri en yakından izlemiş kişilerden biridir Vasıf. Geçen yıl “Gelip bu binada bir şey yapmak ister misin?” dedi. Bunun üzerine ben de binayı dolaştım. Orada bir mekân çok ilgimi çekti. Dört kapı ve iki büyük pencereden oluşan bir duvarı olan ve bunların hepsi de binanın ortasına bakan absürd bir mekan. Mekânın iç kısmı bana müthiş bir teatraliteyle oynama imkânı verdi. İç dış mekân, görünmek görünmemek gibi şeyler üzerine düşünme imkânı sağladı, o mekân için bir şeyler tasarlamaya başladım. Bunun dışında ben Türkiye’ye gelişlerimde yılda bir kez Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin Modern Dans bölümünde seminer yapıyordum. Oradan tanıdığım bazı çocuklar vardı. Onları bu projeye dahil edeyim dedim. Ben tiyatrocuyum ama dansçılarla çalışmayı tercih ediyorum. Bu projeyle daha önce benim de hiç görmediğim ve yapmadığım bir format denedim. Bir deneme işiydi bu ve oldu. Hayretler içinde kaldım ben de. İkinci hayret konusu da bu birlikte çalıştığım çocukların bu kadar görülmemiş, hiç rastlamadıkları bir formata bu kadar açık olmaları ve benimle birlikte düşünmeye çalışmalarıydı.

Oyunda birkaç metinden faydalanıyorum. Ama bu metinleri ezberletmiyorum, oyunun içinde okutuyorum. Aşağı yukarı bu metinlerin hepsi kadının durumunu konu edinen hikayeler. Tevrat’ın Tamar hikayesini alıp son derece basitleştirip anonimleştirdim. Kadın, erkek, isim geçmeyen metni oyunda bir kadına okutuyorum. Erkek yerine kadının bu metni okuması bile bir defa olayı enteresanlaştırıyor. Biri hikâyeyi okurken bir kız da yanındaki küçük çantanın içinden Amerika'daki sihirbazların kullandıkları bir sopayı çıkarıyor yavaş yavaş. Bütünüyle fallik bir imge fakat esprisi çok küçük bir kutudan sekiz feet uzunluğunda bir sopa olarak çıkıyor olması. Hikâye boyunca bu sopa çantanın içinden yavaş yavaş çıkıyor. Ardından başka bir şey geliyor, öncesindeki olayla ilgisi var mı yok mu bilemiyorum, metaforlarım hep açık. Herkes de kafasına göre yorumluyor ne olduğunu. Birbirine bağlamaya çalışıyor. 70 dakika sürüyor oyun ve hiçbir bütünlük kaygısı olmamasına rağmen şimdiye kadar hiçbir oyunumda görmediğim kadar dikkatli izleniyor. Neyin ardından neyin geleceğini seyirciler çok çok dikkatli bir şekilde izliyorlar. Oyun bittiğinde de kimse yerinden kalkmıyor.

Oyunun açıklamasında New York metrosundan ilham aldığınız yazıyor. New York metrosu izlenimleriniz ne şekilde oyuna yansıdı?

O kadar çok şey oluyor ki New York metrosunda. Ben kafamda bir fikir varsa, bunu nereye götürsem diye düşündüğümde kalkıp bir veya iki saat bir yerlere gidiyorum metroyla. Metroda çözümü hemen bulabiliyorum. New York metrosu benim en büyük ilham kaynağım. Mesela birkaç ay önce bir ayakkabı işi vardı. Yüksek topuklu ayakkabıyla bir şey yapabilir miyiz diye bir soru vardı aklımda. Metroya bindim, baktım inanılmaz uzun bir kadın ve yine inanılmaz yüksek topuklu ayakkabılar… Oradan aklıma elevasyon kullanma fikri geldi. New York metrosu öyledir, günlük hayatta karşılaştığım her kişi, her olay malzememe kaynaklık eder.
 
Daha sonrası için Türkiye’de başka bir proje olacak mı?

Sanat yapmak için çok ideal bir noktadayım şu anda. Yaşım 64 oldu. Ekmeğimi uzun zamandır başka işlerden kazanıyorum ve sanattan hiçbir maddi beklentim yok. Özgürce sanat denemeleri yapmak için ideal bir durumdayım.

Haber: Ronay Bakan / Kurumsal İletişim Ofisi