Boğaziçi Üniversitesi mezunu, girişimci ve danışman Mustafa Kılıçaslan’la dijital dünyaya ve girişimciliğe dair

Şirketlerin, kurumların dijital dünyaya geçişlerini hızlandırmak, kolaylaştırmak amacıyla yönetim kurulu üyeliği ve danışmanlık hizmetleri sunan aynı zamanda start-uplara destek veren Boğaziçi Üniversitesi 1989 yılı mezunu Mustafa Kılıçaslan, Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği’nin (BÜMED) aylık yayını Boğaziçi Dergi’nin Ekim 2015 sayısına konuk oldu.

Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?

Malatya’da doğdum. Hem anne hem baba tarafından Malatyalı olan kalabalık, büyük bir aileden geliyorum. İlkokuldan sonra kolej sınavlarıyla birlikte Malatya’dan ayrıldım ve Kadıköy Anadolu Lisesi’ne geldim. Üniversite sınavı tercihlerinde sadece Boğaziçi Üniversitesi’nin üç bölümünü yazdım ve Ekonomi Bölümü’nü kazandım. Boğaziçi’nde çok güzel, çok eğlenceli bir öğrencilik hayatım oldu. “Irregular”dım, hiç acele etmeden, keyfini çıkararak, güzel dostluklar kurarak, yeni şeyler öğrenip, dünyayı ve hayatı keşfederek altı yıl geçirdim. Tabii bunda babamın “Sakın dört senede okulu bitirip karşıma gelme!” sözü de etkili oldu. Şanslı bir evlat ve öğrenciydim anlayacağınız. Lise hayatım da eğlenceliydi; ama üniversite hayatım daha keyifliydi. Faal bir öğrenciydim üniversitede. Üniversiteye girer girmez Fotoğraf, Folklor ve İşletme kulüplerine kaydoldum. İşletme Kulübü ağır bastı. İkinci sene yönetim kuruluna seçildim. Üçüncü sene başkan yardımcısı oldum. Dördüncü ve beşinci senelerde başkanlık yaptım. Kulübün, Boğaziçi Üniversitesi’nde benim için ayrı ve önemli bir yeri var; hatta neredeyse derslerden daha önde. Üniversiteye değil de İşletme Kulübü’ne devam ediyor gibiydim.

İşletme Kulübü vasıtasıyla öğrenci işleri, İİBF ve hocaları, rektörlük ile çok yakın çalışma fırsatı buldum. Hem rektörümüz Ergün Toğrol hem de o zamanki Öğrenci İşleri Başkanı Metin Balcı ile pek çok proje gerçekleştirdik. İşletme Kulübü, Spor Kulübü ile birlikte -çoğu zaman sıkı bir rekabet içinde- Boğaziçi’nin en önemli öğrenci kulüpleriydi. Spor Kulübü’nün önemini yadsımamakla birlikte üniversiteden aldığı desteği de unutmamak lazım. Tamamıyla öğrencilerin idare ettiği kulüplerin arasında İşletme Kulübü bir numaralı kulüptü. Tabii bazı imtiyazlarımız vardı. Üniversitede parti yapma hakkı -spor bayramını saymazsak- sadece İşletme Kulübü’ne aitti. Senenin başındaki “Welcome Party” ve en sonunda da “Spring Party” yıllarca İstanbul, hatta belki Türkiye’nin en merakla beklenilen öğrenci partileri idi. İşletme Kulübü’nün ünü üniversite dışına da taşmıştı. Sene içinde yaptığı etkinliklerle öne çıkardı. Pek çok bankayla, şirketle, kurumla yaptığımız aktiviteler çok ses getirdi. Dönemin popüler mesleği bankacılık İşletme Kulübü aracılığı ile pek çok Boğaziçili öğrenciyi finans sektörüne kazandırdı. Pek çok yabancı ve Türk bankası İşletme Kulübü ile ortak program başlattılar. Yurtiçinde ve dışında çok başarılı Boğaziçili bankacı, finansçı yetişti; finans kurumlarının ve bankaların üst yönetimlerinde yer aldılar, almaya da devam ediyorlar. Bu sadece bir sektör, bir örnek.

Kulüp o bakımdan benim için önemlidir. Hem eğlence, sosyal aktivite tarafıyla hem de öğrencilere kattıkları bakımından çok önemli bir yer edinmiştir. Fakat kulüp faaliyetleri dışında da kötü bir öğrenci değildim. Özellikle ekonomi ve politika zaten merak ettiğim, ilgilendiğim alanlardı. Ders ve konferansları kaçırmamaya çalışırdım.

Boğaziçi pek çok açıdan benim için çok kıymetli; ama özellikle bahsetmeden geçemeyeceğim benim için önemli iki konu var: Birincisi, sosyal ve akademik başarılardan dolayı üniversitenin öğrencilere verdiği en yüksek ödül olan “Rektörlük Ödülü”nün bana layık görülmesi; ikincisi 1989 mezuniyet töreninde öğrenciler adına mezuniyet konuşmasının bana verilmesidir (Class Valedictorian).

Boğaziçi’nden sonra, Mustafa Dilber hocanın yönlendirmesi ve yardımıyla Amerika’ya burs alarak yüksek lisans eğitimi almaya gittim. Türkiye’ye döndükten sonra, Boğaziçi’nden arkadaşlarımla “Cosmoshop” adı altında, Türkiye’nin ilk ve tek sağlık ve kişisel bakım ürünleri perakende zincirini kurduk. Rumeli Caddesi’nin üzerinde ilk mağazamızı açtık. Mağazanın promosyonu için şampuan kostümü ile Rumeli Caddesi’ni aşağı yukarı çok yürümüşlüğüm vardır. İşlerimiz rutine oturunca, ortaklığım kalmak üzere profesyonelliği denemeye karar verdim. İlk düşüncem, deneyip geri dönmek yönündeydi. Fakat giriş o giriş oldu.

Bu arada Cosmo Shop’u, 2006 yılında, Hong Kong merkezli Hutchison Whampoa grubuna sattık. Bu satış, özellikle perakende alanında Türkiye’ye yapılan ilk yabancı yatırımlar arasındadır. Hutchison Whampoa, bugün Watsons markası altında 100’den fazla mağazasıyla Türkiye’nin en büyük ve yaygın kişisel bakım perakende markası oldu, büyümeye ve yatırımlarına devam ediyor.

İlk önce Eastman Kodak firmasına girdim. Dijital görüntüleme sistemleri bölümünü kurdum. Dijital fotoğrafçılığın doğuşuna bizzat şahit oldum. Türkiye’de yaygınlaşmasına katkıda bulundum. Oradan Sony’e geçtim ve kısa bir süre profesyonel yayın cihazları alanında çalıştım. Daha sonra, hayatımın neredeyse yirmi yılını geçireceğim Microsoft’a geldim. Microsoft’un dünyada işe aldığı ikinci internet ürün müdürü idim. Henüz internet yavaş yavaş duyulmaya başlıyordu. Teknoloji, inovasyon ve yeniliğe çok meraklı biri olarak pozisyon ve iş çok hosuma gitti. Meşakkatli ve uzun -tipik bir Microsoft- işe alma sürecinden sonra kabul edildim. İlk beş sene Türkiye’de internetin anlaşılması, yaygınlaşması, kullanılması konularından sorumlu olarak değişik pozisyonlarda bulundum. Türkiye’de internet sektörünün başlamasında, altyapının kurulmasında, ilk içeriklerin oluşturulmasında, çorbada benim de tuzum vardır. Daha sonra Microsoft’un genel merkezi Seattle’a gittim. Orada şirketin değişik bölümlerinde, üst düzey yöneticilikler yaptım.

Avrupa, Afrika ve Ortadoğu bölgesinden sorumlu olduğum bir pozisyonda, saat farkından dolayı Avrupa’ya dönmeyi düşünür müsün, diye sordular. Bu vesile ile yeniden İstanbul’a döndüm. Microsoft’tan ayrılmadan önce, Avrupa, Ortadoğu ve Afrika bölgelerinde Kamu Özel Sektör İşbirliği grubunu kurup yönettim. Sorumluluğumda olan 120 ülkede, 70’den fazla eğitim, kamu, ticaret, bilim ve teknolojiye erişim projesini geliştirdim ve uygulanmasını yönettim.

Kurduğum bölümün amacını; “kamu politikaları ve sorunlarının çözümüne teknoloji ve inovasyon ile destek ve yardımcı olunması, bu vesile ile eğitimin transformasyonu, yerel inovasyonun desteklenmesi, iş fırsatlarının artırılması, ekonomik büyümenin hızlandırılması” olarak tanımlamıştım. Portekiz’den Türkiye’ye, Rusya’dan İngitere’ye, Hindistan’dan Senegal’e kadar pek çok ülkede, devletlerle, hükümetlerle, UNDP, USAID gibi uluslararası kurumlarla, Intel, HP gibi şirketlerle, EBRD, Dünya Bankası gibi bankalarla; ama daha önemlisi o ülkelerdeki yerel kurum kuruluş ve kişilerle birebir proje geliştirme, yan yana çalışma imkânım oldu.

Sorumlu olduğum coğrafyaların büyüklüğünden dolayı her ayın üç haftasını seyahatte geçiriyordum. Bu vesile ile çok sayıda birbirinden ilginç ve değerli dostluklar kurma, yerler görme, projeler geliştirme, tecrübe ve birikim edinme imkân ve fırsatım oldu.

Microsoft hayatım neredeseyse yirmi yıllık bir süreç. Her biri birbirinden değerli, eğitici, öğretici; her geçen sene bir öncekinden daha doyurucu, dolu dolu yıllar…Microsoft sonrasında, dünyanın en büyük “icat sermaye fonu - invention capital fund” olan Intellectual Ventures fonunun Türkiye temsilciliğini yaptım.

Şu anda iki alana odaklıyım: Birincisi yeni girişimler. Start-uplara yatırım yapıyorum, onları büyütmeye çalışıyorum. Benim katkım maddi yatırımın ötesinde, yurtiçi ve uluslararası ilişkilerimle, satış, pazarlama ve yöneticilik tecrübelerimle yeni girişimlerin tutunmalarını ve büyümelerini sağlamak. İkinci odaklandığım konu “dijital transformasyon.” Şirketlerin, kurumların dijital dünyaya geçişlerini hızlandırmak, kolaylaştırmak alanlarında yönetim kurulu üyeliği ve danışmanlık kapasitelerinde rol oynuyorum. Yani, organizasyon yapısından, iş süreçlerine, insan kaynaklarından, bilişim alt yapısına kadar yeni ekonomiden, teknolojiden, dijital dünyadan, optimum yatırım ile maksimum fayda edinmelerini sağlıyorum. Çalışma prensibim ve tarzım kolları sıvayıp, işin içine girerek, ekiple birlikte sonuç alana, fayda sağlayana kadar birlikte çalışmak.

Yani firmaların teknolojiye uyumu aşamasında danışmanlık yapıyorsunuz. Bize biraz anlatır mısınız?

Teknolojinin doğru kullanımı yanında, daha geniş bir perspektif ve kapsam ile şirket strateji ve hedeflerinin yeni ekonomiye, dijital dünyaya uygunluğunu hedefliyoruz. İş plan ve süreçlerinde yeni ekonomi, dijital kaynak ve araçların hedefe yönelik kullanımını yerleştiriyor ve kurum kültürü haline gelmesine yardımcı oluyoruz.

Eski tüccar bir aileden geliyorum, iş dünyasına girişimcilikle başladım, daha sonra uluslararası büyük kurumsal firmalarla devam ettim iş hayatıma. Reel sektörü çok iyi biliyorum, girişimciliği de. Microsoft gibi bir şirkette dijital dünyayı, teknolojiyi her yönüyle öğrenme, uygulama şansım oldu. Türkiye’de MSN, Messenger, Hotmail ismini ilk defa kayıt ettirme şansına nail oldum. Şirketlerin bu yeni ekonomiye neden ve nasıl adapte olmaları gerektiğini, sadece teknoloji ayağıyla değil; liderlik, yönetim, organizasyon, pazarlama, satış, insan kaynakları yönleriyle de neleri nasıl yapmaları gerektiği konularında dünyanın her tarafından edindiğim tecrübeleri, birikimleri kurumlara aktarıyorum; kurum kültürünün değişmesine, yeni ekonomi anlayaşının yerleşmesine yardımcı oluyorum.

Bu alana yönelme motivasyonunuz ne oldu, belli başlı örnek aldığınız kişiler ya da fikirler oldu mu?

Aslında bilinçli ve planlı bir şekilde gelişmedi. Ticaretle uğraşan bir aileden geldiğiniz zaman, otomatik olarak satış ve pazarlama konusunda yetişiyorsunuz. Ticaret, her yönüyle işi düşünmek, geliştirmek, mal veya hizmetini duyurmak, pazarlamak, satmak demek. Bütün bu işlerin, süreçlerin organizasyonu demek. Kodak, Sony ve tabii ki Microsoft ile doğal olarak bu alana evrildim. Tamamıyla doğal bir süreçti, başka bir şey düşünmeme fırsat olmadı. İşin doğrusu başka bir şey yapmayı da düşünmedim. Hayatımı hobimle uğraşarak geçiriyorum gibi.

Türk Bilişim sektörünün ekonomimizin hacmi ile orantısız seviyede küçük olduğu, özellikle yazılım ve hizmet gelirlerinin gelişmiş ülkelerin çok altında olduğu biliniyor. Türkiye’de kişi başına düşen bilişim harcaması gelişmiş ülkelerin onda biri seviyesinde. Bu uçurumu neye bağlıyorsunuz, nasıl aşabiliriz?

İki faktörün özellikle önemli olduğunu düşünüyorum. Birincisi yazılım ve donanım endüstrisinin gelişmemiş olması. Global çapta üretim yapılamaması – inovasyon eksikliği, patent sayısının düşüklüğü, dünya çapında bir teknoloji markamızın olmaması, ihracatımızda teknoloji ürünlerinin yer almaması...

İkincisi fikri mülkiyetin hakkının korunması kollanması konusunun çok açık olmaması, yaptırımının olmaması. İnsan fikri, emeği, zamanın kıymeti konularının geniş kapsamlı ve anlamlı bir şekilde tanımlı olmaması, devletin bu konuya olan ilgisizliği, yaptırımların yeterince ve hakkıyla uygulanmaması. Bir başka deyişle fikre (yazılıma, düşünce emeğine, yaratıcılığa) hürmet olmaması, karşılığının ödenmemesi bilişim sektötörün önünü tıkıyor, tıkamaya devam edecek. Biz de telefon operatörlerinin en büyük bilişim firmaları olduğu bir ülke olmaya devam edeceğiz.

Amerika’daki gençler evlerinde, garajlarında girişimlerini yaşama geçiriyorlar. Türkiye’de maalesef böylesi bir teşvikle ve riskle karşılaşmıyoruz.

Teşvik işin bir kısmı. Teşvik yok diye Türkiye’de bilişim büyümüyor demek hakkaniyetli ve kapsamı tam bir tespit olmaz. Dil problemi bir örnek. Türkçe uluslararası bir dil değil. Geliştirdiğiniz her ürün veya servisi iki dilde yapmanız lazım. İngilizcede çok iyi tanıtamadığınız, duyuramadığınız zaman o yenilik Türkiye’de kalmaya mahkum. Oysa Amerika’da olan her şeyi hemen hemen herkes duyuyor. Bir saat geçmeden, bir şekilde Türkçe’ye çevriliyor zaten. Halbuki tersi için ekstra bir çaba sarfetmeniz gerekiyor. Diğer bir konu iletişim engelleri. Özgür olmayan bir yapı, denetimli bir ortam var. Bu girişimci ve yatırımcıların önünde büyük bir algı engeli. Girişim, yatırım, yenilikçilik en özgür ortamları seçiyor. Türkiye’nin de en esnek, en özgürlükçü ortam olduğunu söyleyemeyiz maalesef.

Pekiyi, startuplara gelecek olursak, hangi alanlara öncelik veriyorsunuz?

Teknoloji öncelikli; fakat sınırlı değil benim yatırımlarımda. Çok geleneksel iş modelleri de ilgimi çekerse yatırım yapıyorum. Gayrimenkule dayanan fikirler, hizmetler veya yiyecek içecek girişimleri bunlardan bazıları.

Günümüzde üniversite öğrencilerinin ve yeni mezunların girişimci olmaya dönük ilgileri artıyor. Bu doğrultuda size ulaşmak isteyeceklerdir diye düşünüyorum.

Memnuniyet duyarım. İşletme Kulübü’nün de girişimcilikle ilgili, girişimciliğe meraklı öğrencileri desteklemek amacıyla kurulan bir platformu var. BÜMED’in de var. Takip ediyorum. Katkım, yardımım dokunabilecek her alanda işbirliğine hazırım, varım.

Bunu Türkiye’nin bilgi toplumuna dönüşmesinde bir adım olarak görebilir miyiz sizce?

Tabii ki. Bundan iki sene önce New York Times yazarı Thomas L. Friedman’in bir makalesinin başlığı şuydu: “İşe mi ihtiyacın var? İcat et.” Her geçen zaman bu makalenin haklılığını ortaya çıkarıyor. Şimdi herkes kendi pozisyonunu, kendi işini oluşturmak istiyor. Tabii ki geleneksel anlamda şirketlerde pozisyonlar açık olmaya devam ediyor; ama benim gördüğüm büyük kurumsal şirketlerde bile işe girdiğiniz zaman kendi işinizi kendiniz belirlemek zorundasınız. Çok belli pozisyonlar hariç, insan kaynakları müdürü, pazarlama müdürü gibi çok eski adlar bile kendilerini sıfırdan oluşturmak durumunda kalıyorlar. Bir hamur gibi onu yoğurup şekillendirmek zorunda kalıyorsunuz. Yaptığınız işlerin içeriği buna ihtiyaç gösteriyor. Startuplar da bence bu kültürün çok çok önemli bir parçası. Bir fikir geliyor. O işi nasıl geliştirebilirsiniz, bir iş haline getirebilirsiniz? Bu bazen şimdiye kadar hiç var olmayan bir alanda oluyor. Yeni ekonomi, yeni bilgi toplumu, dijital transformasyon dediğimiz de bu. Eski düzeni daha verimli hale getirmek, daha ekonomik, daha ulaşılabilir, daha yaygın, daha sürdürülebilir, daha keyifli, daha kolay bir hale getirmek.

Öğrencilerimize ya da mezunlara yönelik bir öneriniz var mı?

Bence insan 20 ile 30 yaş arasında risk alıp bir şeyleri denemeli. Çünkü o yaşta rahat; başarısız olma lüksü var; öğrenmek için çok güzel bir fırsat. Yeni mezunlar küçük startuplara girebilirler. Kendi işleri için mükemmel bir yaş aralığı. Mutlaka kendi işlerini yapmaya çalışmaları, düşünmeleri lazım. Denemek için çok iyi bir zaman. Bazıları da başarılı olacaktır. 30-40 yaş arası yönetici olabilmek için iyi bir yaş aralığı. İnsanlar bir yöneticinin yardımıyla, tecrübesiyle iyi yerlere gelebilir, ondan çok önemli şeyler öğrenebilirler. 40-50 yaş arası insanlar bence çok iyi bildikleri işi yapmalılar. Zaten çok büyük bir birikimle geliyorlar. 50-60 yaş arası insanlar bildiklerini genç insanlara aktarmalılar. 60 sonrası insanlar ise bir plaja gidip dinlenmeliler. Benim edindiğim tecrübem bunu gösteriyor. Dolayısıyla yirmi yaşlarında insanlar hiç korkmadan işe atılmalı. Ben elimden geldiği kadar startup işlerine giren arkadaşlarıma yardım etmek isterim. Her yaş grubundan her türlü iş fikrine açığım.

Boğaziçi çok çok önemli bir üniversite. Boğaziçi çok iyi olmasına rağmen, güzel şeyler öğretmesine rağmen, iş esas olarak işte öğreniliyor. Boğaziçi nasıl öğrenileceğini öğretiyor. Öğrenebilen bir insan profili doğuruyor üniversite. Tabii bunda özgür ortam, çeşitlilik, açık görüşlülük perspektifi de etkili. Ama asıl iş her zaman üniversiteden sonra başlıyor, fotokopi çekerek işe başlıyorsunuz. İşin detaylarını işin kendisinde öğreniyorsunuz. Birkaç kez başarısız olmadan da işi öğrenemiyorsunuz. Türkiye’de de böyle, dünyada da böyle. Bunun için her mezunun kendisine bir örnek seçmesi lazım. Benim de kendime örnek seçtiğim insanlar var. Birinci önerim bu.

İkincisi, Boğaziçi benim için çok önemli. Çok güzel arkadaşlıklar, ortamlar edindim. Çok mutlu oldum. Bana emeği, katkısı çoktur. Bundan birkaç sene önce BÜTEK’te yönetim kurulu üyesi oldum. Biz üniversiteye mümkün mertebe fon yaratmaya çalışıyoruz ki üniversitemiz dünyadaki diğer üniversitelerle rekabet eder konumunu korusun. Dolayısıyla benim özellikle bütün mezun arkadaşlarımdan, kardeşlerimden ricam üniversiteye bir şekilde ulaşmaları. Her türlü katkıya açık olduğumuzu bilmeleri. Bu sadece maddi hibe, bağış şeklinde değil. Üniversiteye katkıda bulunabilecek ticari faaliyetler de olabilir. Bize üniversitenin çok büyük katkısı oldu. Bizi esnek, düşünebilen, geniş açılı dünya insanları yapması noktalarında üniversitenin bizde muazzam bir emeği var. O katkıyı da dünyanın iyi üniversitelerinden biri sıfatıyla verdi. Bu pozisyonun, sıfatın devam etmesi bizim üzerimize bir vazifedir. Bizim taşıdığımız bir borçtur. Borcu mutlaka ödememiz gerekir. Gerek BÜTEK’e gerek BÜMED’e gerek BÜVAK’a, Mezunlar Ofisi’ne bir şekilde ulaşmalarını rica ediyorum. Her Boğaziçili gibi ben de üniversitemin Türkiye’nin bir numaralı üniversitesi olmasını istiyorum. Bu da bizim üniversiteye destek olmamızla mümkün. Sadece Türkiye’nin değil, dünyanın da sayılı okullarından olmasını istiyorum. Üniversitenin seviye kaybetmesini görmeye tahammülümüz yok. Her türlü imkânıyla, elli bin mezunuyla, en üst öğrenci ve hoca kalitesini devam ettirmemiz lazım. En başarılı öğrencileri çekmemiz lazım, en iyi öğretim üyelerini, yurtiçi ve yurtdışından getirebilmemiz lazım. Mezunların desteği çok önemli bu konuda. Harvard bin kişiden 400 milyon dolar bağış alıyor, bizim oluşturduğumuz kaynaklar bunun yanında adı bile alınmayacak kadar küçük rakamlar. Bizim de çok iyi yerlere gelmiş mezunlarımız var. Bizim çok daha fazlasını yapıyor, çok daha başka bir noktada olmamız lazım.

İyi üniversite zengin (kaynakları geniş, bol) üniversite, zengin üniversite iyi üniversite. Bizim bu hedefe sadece devletin verdiği kaynaklarla ulaşmamız mümkün değil. Mutlaka çok daha büyük kaynaklar bulmamız, yaratmamız lazım. Bu amaçla farklı projeler geliştirmeye çalışıyoruz. İstanbul borsası ile finans teknoparkı yaptık. Şimdi başka bir teknopark için başka bir kurumla çalışmalarımız var. Superdorm’u geliştiriyoruz, daha kaliteli hale getiriyoruz ki öğrenci arkadaşlar Boğaziçi’ne layık bir ortamda yaşasınlar. Yurtdışındaki mezunlarımıza ulaşmak istiyoruz. Newyork’ta galalar yapıyoruz. Boston ve Chicago’ya uzanıyoruz. Başarılı olmuş daha çok mezunumuzu üniversiteye yakınlaştırmaya, desteklerini almaya çalışıyoruz. Ama bu sadece az sayıdaki çok başarılı mezunla olacak iş değil. Herkesin çorbada tuzu olmalı. Herkes kendi imkânı dâhilinde katkıda bulunmalı.

 Söyleşi: Yasemin Dut