“Dünyada işler sarpa sardıkça, caz ya da alternatif müziğin nabzı artıyor”

Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nden 1989 yılında mezun olan caz sanatçısı, söz yazarı ve besteci Banu Kanıbelli, uzun süren “Çocuklar için Şarkılar” döneminin ardından 2013 yılından beri “Büyükler için Caz” olarak isimlendirdiği kategoride 4 yıl içinde 2 solo albüm yayınladı. Banu Kanıbelli ile 28 sene sonra yine aynı merdivenlerde müzik hikâyesini ve Boğaziçi yıllarını konuştuk.

Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji lisans mezunu olan caz sanatçısı, söz yazarı ve besteci Banu Kanıbelli, mezuniyetinin ardından Mimar Sinan Üniversitesi’nde Etnomüzikoloji yüksek lisans dersleri aldı. Bilgi Üniversitesi’nde Felsefe ve Toplumsal Düşünce yüksek lisans tezinde ise “müzik ve felsefe” konusunu işledi. Kanıbelli, Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nde geçirdiği yılların “çocuklar ile arasındaki empati dilinin temelini oluşturmuş olabileceğini” söylüyor ve felsefe alanındaki akademik eğitiminin “müzik nasıl birleştirir?” sorusuna ürettiği cevaplarda etkisinin olduğunu belirtiyor.

Profesyonel olarak eğitim sektöründe çalıştığı süreçte aynı zamanda anne de olan Kanıbelli’nin müzik serüveni “çocuklar için şarkılar” ile başladı. “Çocuklar için Şarkılar” kapsamında Bülent Ortaçgil’in müzik direktörlüğü ve Gürol Ağırbaş’ın düzenlemeleriyle 1998 yılında “Kara”, 2006 yılında ise “Başka Dünya Yok” isimli iki albüm çıkarmasının ardından Büyükler İçin Caz kategorisinde 2013 yılında “Bu Rüzgar” isimli albümünü yayınlayan Kanıbelli, 2017 yılında ise “Yer Gök” ile 4. solo albümüne imza attı. Şarkılarında toplumsal hafızayı diri tutan konuları da işleyen Banu Kanıbelli ile Boğaziçi yıllarından, müzik hayatından, planlarından bahsettik.

Müzik hikâyeniz nasıl başladı?

Müzikle uğraşan ya da seven pek çok insan gibi benim de hikâyem doğduğum evin içini dolduran müzikle başladı. Bunun nedeni sevgili babamdı kuşkusuz. Küçük yaşlardan başlayarak, birlikte müzik dinlediğimiz, konuştuğumuz, çaldığımız özel zamanlarımız vardı. 12 yaşlarında eve bir duvar piyanosunun gelmesiyle evdeki müzik yaşantısı boyut değiştirdi, zenginleşti. Hemen ardından sahneye giren gitar ise beni elimden tuttuğu gibi, evden dışarı okuldaki arkadaşlarımın arasına sürükledi. Gitarımın eşliğinde büyüdüm diyebilirim. Üniversite yıllarında, okumak ve İstanbul’da yaşamak adına müzik yaparak kendi ihtiyaçlarımı karşılar olmuştum. Ve böylece, yerlerin insanları, insanların başka insanları karşıma çıkarmasıyla müzik hikâyesi seyrine devam etti...

“Büyükler için şarkılar”a başlamadan önce uzun bir süre çocuklar için müzik yaptınız. Çocuklara müzik yapma kararını vermenizde neler etkili oldu? Çocuklardan nasıl tepkiler aldınız? Ve aynı zamanda bir annesiniz de, kendi aileniz içinde nasıl tepkiler aldınız?

Doksanların sonunda küçük bir çocuk annesiyken, çocuğuma dinletecek Türkçe çocuk şarkıları bulamazdım. Sayılı derleme vardı. Yeni ve özgün müzik üretimi yok denecek kadar azdı. Bir eğitim kurumunda çalışıyordum. Sadece kendi çocuğum değil, yüzlerce çocukla çevriliydim. Fiziki anlamda çevrili olmanın yanı sıra, duygusal, sosyal ihtiyaçlarıyla da çevriliydim. Onların dünyaya baktığı yerin koordinatlarında bulunup da onlara müzikle eşlik etmemek benim adıma bir bakıma imkânsızdı. İçten gelerek ve keyifle yapılan bir eşlikti bu. Sözleri birlikte yazdık, sözler şarkılara dönüştü ve birikmeye başladı. Bu birikimi başka çocuklara taşıma kararıyla birlikte şarkılar “Kara” ismiyle albümleşti. Bu şarkıların arasına, 2006’da “Başka Dünya Yok” şarkıları katıldı. O gün bugündür şarkılar benden bağımsız kendi yollarında seyrederler. Türkiye’nin, bazen dünyanın farklı yerlerinden selamlar alırım. Duyarlı anneler, müzik öğretmenleri beni bulup şarkıları çocuklarla nasıl paylaştıklarını anlatırlar, çocukların şarkılara olan sevgisinden bahsederler, çok mutlu olurum. Kendi ailem içinde ise bilirsiniz, çocuk içine doğduğu koşullar her ne ise onu doğal çevresi olarak yaşar. Sahip olduğu bir ayrıcalık değildir. Tüm bu çocuk şarkıları döneminde, kendi çocuklarım da bu sürecin doğal üyesiydi.

“Büyükler için şarkılar” yapmaya 2013’te “Bu Rüzgar”la başladınız. Bu sene içinde de “Yer Gök” 4. solo albümünüz oldu. Büyükler için şarkılar’a sizi iten ne oldu, nelerden beslendiniz? Zamanının geldiğini mi düşündünüz?

Evet, 2013 artık çevremdeki küçük çocukların büyüdüğü ve yetişkin olduğu, hatta benim o koordinatları bırakıp ada parçasından ana karaya çıktığım zamanlardır. Büyükler için şarkılar da geçmiş süre zarfında kendi içinde birikmiştir. Yaşarken yaşadıklarımıza kendimize özgü yollarla karşılık veririz. Müzik de her zaman benim yaşadıklarıma karşılık verirken kullandığım dillerden biri oldu. Dolayısıyla hayatın doğal akışı içinde, yaşamın sundukları bir şarkı için ilham olabildi. Sevgiler, özlemler, kayıplar, toplumsal olaylar... Zamanının geldiğini düşünmekten öte, sanırım yine içimde duyduğum ya da dışımda sezinlediğim ihtiyaçlardı beni büyük şarkılarını derlemeye iten. Yetişkin olmak özellikle bir eşik çizgisinden sonra zamanı nasıl geçirmek istediğinize yön verebilecek güçte sorular üretebiliyor. Müzik gibi bir kaynaktan besleniyorsanız, buna olan ihtiyacınızın farkındalığı artabiliyor. Toplumsal bir varlık olmak da, toplumsal dönüşümün yapıcı olmayan, hatta yıkıcı, ayrıştırıcı devinimleri içinde bir birey olarak kendini ifade etme ihtiyacı olarak kendini gösteriyor. Tüm bunların bileşkesi diyebiliriz...

Siz psikoloji, felsefe ve etnomüzikoloji alanlarında da eğitim görmüş bir müzisyensiniz. Akademik eğitiminizin müziğinize bir etkisi oldu mu?

Mutlaka oldu. Çocuk şarkıları döneminde, psikoloji eğitimim kah benimle çocuklar arasında, kah çocuk şarkılarıyla dinleyenler arasındaki empati dilinin temelini oluşturmuştur belki de. Felsefe yüksek lisansı ise yaptığım şeyi neden yaptığıma, nasıl yapmak istediğime ışık tutan bir süreç oldu.  Özellikle bu albümde tez yazarken ‘müzik nasıl birleştirir?’ sorusuna yanıt ararken yaptığım okumalar şarkılar ve sözlerine etki etti. Albümdeki birkaç şarkı ve şarkıları birbirine bağlayan ve tekrarlayan temalar bu sürecin ürünüdür.

Hrant Dink’e, Lobna Al Lamii’ye, Berkin Elvan’a ithaf ettiğiniz şarkılarınız var. Bunları nasıl hislerle hayata geçirdiniz, nasıl tepkiler aldınız dinleyenlerinizden?

Her üçünü de yazmaya iten içimde yaşadığım isyan duygusuydu. İsyan, maruz kalınan ve tanık olduğumuz adaletsizliğin içimizde açtığı o acı kuyunun içinden doğdu. Sosyal medyada YouTube kliplerinin altına yazılan yorumların birbirine ne kadar zıt iki uçtan geldiğini tahmin edebilirsiniz. Canlı olarak söylediğim konserlerde ise ortak isyanımızda bizi bir nebze de olsa bir araya getirdiği için belki, ilgiyle, kabulle karşılandı.

Geçmişte Bülent Ortaçgil, Gürol Ağırbaş gibi önemli isimlerle çalıştınız. Bu nasıl bir his? Size nasıl bir motivasyon sağladı?

Bülent Ortaçgil’in kapısını çalan ve bu çocuk şarkılarının müzik direktörlüğünü ve düzenlemelerini yapar mısınız diye sorarak ilk adımı atan ben olmuştum. Ve aslında en büyük motivasyonu da bu adımları atarken yaşadım. Kendisi rol modelimdi, her zaman ilham aldığım kişiydi. Yola çıkmamızla birlikte hayalim gerçek oluyordu. Onlarla birlikte bu çalışmaları yaparken de, şimdi de yaşadığım his tek kelimeyle şükrandır. Hem kendilerine, hem de hayatın kendisine.

Boğaziçi Caz Korosu hakkında neler düşünüyorsunuz? Lisans eğitiminiz döneminde Boğaziçi’ndeki koro ve müzik kulüpleriyle ilişkiniz olmuş muydu?

Evet, benim de Müzik Kulübü’nde Deniz Şener’in şefliğinde koral rock / koro deneyimim olmuştu. Ayrıca Tiyatro Kulübü’nün Mehmet Açar yönetmenliğindeki “Bir Oyun Taslağı: Fantazya” oyunun müziklerini yapmış, piyanosunu çalmıştım.  Boğaziçi Caz Korosu’nu da, Masis Aram Gözbek gibi yine Boğaziçi’nde yetişen Başak Doğan’ı ve korosu Chromas’ı da ayakta alkışlıyorum. Beni çok heyecanlandırıyor yaptıkları. Hem koro deneyiminin kendisi, hem de yaptıkları işe tutkuyla sarılmaları. İçimizdeki dünyalara müzikle dokunmaları ve bizi birbirimize anlatmaları… En çok ihtiyacımız olan şeyi gösteriyorlar bize.  Gülümseyerek ve güzellikle, birbirimizi ve kendi sesimizi aynı anda duyabilmemiz ve bundan zevk almamız mümkün.  

Genel olarak Türkiye’de caz müziğin durumunu nasıl görüyorsunuz? Kimleri takip ediyorsunuz, kimleri dinlemekten keyif alıyorsunuz?

Acaba şöyle düşünebilir miyiz? Dünyada işler sarpa sardıkça, caz ya da alternatif müziğin nabzı artıyor. Çünkü daha fazla söylenecek söz, müziğin taşıyabileceği daha fazla duygu ve beraberinde rahatlama söz konusu olabiliyor. Cazın kendi doğası içinde ne kadar özgür olabildiğini ve yüksek ifade gücü taşıyabildiğini biliyoruz. Türkiye’de de son yıllarda artan bir üretim var. Genç cazcıların, şarkı yazarlarının müziklerini bugüne duyarlılıklarıyla harmanladıklarını görüyoruz. Bizlerin de nefes almasını sağlıyorlar. Eminim çok daha fazlası yapılıyor, henüz biz bu sesleri duymadık. Bunun bir nedeni bitmiş bir işi meydana getirmenin müzik piyasasının mevcut koşullarında gerçekten zor oluşu. Ben de Türkiye’de caz veya alternatif türde çıkan yeni müzikleri izlemeye çalışıyorum. Tür sınırlaması yapmadan son zamanlarda en çok dinlediğim müziklerden birkaç tanesinin adını vereyim...  Benjamin Clementine, Jacop Bro, Chopin, Çağıl Kaya, Sufjan Stevens, Esbjörn Svensson, Yürüyen Merdiven, Şenceylik, Erdal Akkaya…

Bundan sonrası için müzikle ilgili veya ilgisiz olarak başka planlarınız var mı?

2000’li yıllarda Fazıl Hüsnü Dağlarca ile çok kez buluşup, şiirlerini bestelemiş, kendisine dinletmiştim. Bugüne kadar da iki şiirini kullandım. Dağlarca şiirleriyle yaptığım tüm bestelerden oluşan, sadece ona özel bir albüm projesi hep aklımdaydı. Şimdi onun için uygun zaman olabilir.

Söyleşi ve Fotoğraflar: Sinan Cem Deveci / Kurumsal İletişim Ofisi