Eylem Kaftan (BÜ’98): “Bütün sorularımızın cevabı doğada”

Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümü mezunu Eylem Kaftan’ın senaristliğini ve yönetmenliğini yaptığı ilk uzun metraj filmi Kovan, annesinin hastalığı üzerine Almanya’dan Artvin’e dönerek arıcılık yapmaya başlayan bir kadının hikâyesini anlatıyor. Ulusal ve uluslararası birçok festivalden ödülle dönen filmin yaratıcısı Kaftan, Kovan ile doğayla ilişkimizi yeniden sorgulamamız gerektiğini hatırlatıyor ve ekliyor: “Doğa hepimizin özü ve bütün sorularımızın cevabını taşıyor.”

1998 yılında Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden mezun olduktan sonra Bilgi Üniversitesi ve York Üniversitesi’nde sinema üzerine yüksek lisans eğitimi alan Eylem Kaftan (BÜ’98), ilk belgeselini 1999 yılında Marmara Depremi üzerine çekti. O yıldan beri belgesel projeleri yanında pek çok kısa filme de imza atan Kaftan’ın ilk uzun metraj filmi Kovan ise 2019 yılında izleyiciyle buluştu. Eylem Kaftan ile felsefe eğitimiyle başlayıp sinemayla devam eden yolculuğunu ve Kovan’ın perde arkasını konuştuk.

Boğaziçi anılarınızla başlayalım mı, öğrencilik yıllarınız nasıl geçti?

Boğaziçi Üniversitesi için hayata başladığım yer diyebilirim. Özellikle de felsefe okuduğum için kendimi olağanüstü şanslı hissediyorum. Bir sırça fanus gibi kendi içine kapalı bir dünya yaratan Boğaziçi’nin bu özelliğinin dezavantajları olsa da bu sayede öğrencilik yıllarımda ilgi alanlarıma daha fazla odaklanabildim. O atmosferin içinde ve o yaşta Sokrates'in diyaloglarını tefekkür etmek, "Erdem nedir, insan nedir, biz kimiz?" gibi hayatımızın sonuna kadar sormamız gereken soruları sorabilmek çok keyifliydi.

Ben de Boğaziçi'ne bir şeyler katmaya çalıştım, çok aktif bir öğrenciydim. Sosyal bilim felsefesiyle çok ilgiliydim, hatta bu konuda doktora yapmak istiyordum. Bir grup arkadaşımla birlikte derslerde dinlediklerimizin hayatla ilişkisini kurmaya davet eden disiplinler arası seminerler dizisi başlattık. Bu dizi bir yıl boyunca ağırlık olarak sosyal bilimler bölümlerinden hocaların katılımıyla devam etti ve o güzel enerji sonrasında Sosyal Bilimler Kulübü'ne dönüştü. Bu kulübün kurucularından biri olmak da benim için ayrı bir gurur.

“Boğaziçi hayatı derinden sorgulama eğilimimi temellendirdi”

Sinema Kulübü'nde ve Uluslararası İlişkiler Kulübü'nde de çok aktiftim. Sinema Kulübü'nde dünyanın dört bir yanından sinema tarihini yansıtan eserleri defalarca izlerdik, Görüntü dergisinde yazılar yazardık. O zamanlar sinemacı olmakla ilgili kafamda net bir amaç yoktu, ama iyi bir Sinefil olarak, filmler üzerinden sosyolojiyi, felsefeyi, psikolojiyi tartışan bir öğrenci olarak Boğaziçi'nin bana verdiği imkânlardan çok şey aldım. Derin düşünme, hayatı derinden sorgulama, resmin bütününe bakma eğilimimi daha da temellendirmiş oldu bu yıllar.

Sinemacı olmaya ne zaman karar verdiniz?

İnsanın kendine çizdiği yolla hayalleri her zaman örtüşmüyor. Ben sinemacı olmayı istiyordum ama kendime çok güvenmiyordum ve sinemaya daha çok hobi olarak devam ederim diye düşünüyordum. Mezun olduğumda Bilgi Üniversitesi’nde sinema yüksek lisansı açıldı ve beni oraya davet ettiler, mezun olur olmaz oraya girdim. Yine o dönemde ziyaret için Kanada’ya gitmiştim, tesadüfen kendimi önümde bulduğum York Üniversitesi’nin sinema departmanının ve yine tesadüfen kapısını açık bulduğum bölüm başkanının odasına dalıp "Ben Türkiye'den geliyorum, prodüksiyon tecrübem yok ama sinema yazıları yazıyorum, iyi bir “sinefil”im, sizce burada yüksek lisans yapma şansım olur mu?" diye sordum. “Denemeye değer,” diye cevap verdi, bu cevap beni çok yüreklendirdi, başvurdum ve burslu kabul aldım. Yapabildiğimi gördükçe de özgüvenim arttı. Hayatta başka bir şey istemediğimi fark ettim. Farklı dünyalarla tanışmayı, o dünyaların içinde olmayı, insanların hikayelerini anlatmayı çok seviyorum.

İlk belgeseliniz 1999 Marmara Depremi’ni anlatan “Bak Devlet Baba” belgeseli, sonrasında da çok sayıda belgesel projesinde yer aldınız. Belgeselin sizdeki yeri nedir ve deprem gibi travmatik deneyimleri anlatmada nasıl bir rolü var?

Deprem olduğunda Ankara’daydım ama depremin en çok etkilediği yerlerden olan İzmit Körfezi’nde, Çınarcık’ta ailem ve çok sayıda yakınım vardı. Oraya gittiğimde çok fazla ölüme, yıkıma, acıya şahit oldum. Gönüllü çalışmalarda da yer aldım, o sırada kafamda bir belgesel yapma düşüncesi yoktu, zaten bir süre sonra derslerim başladığı için Kanada’ya dönmek zorunda kaldım. Ama sadece bir hafta dayanabildim, aklım ve ruhum Türkiye’de kalmıştı. Geriye döndüm ve imece usulüyle, hiçbir bütçemiz olmadan, sadece arkadaşlarımın yardımıyla ilk belgesel projemi gerçekleştirdim. Bu belgeselin Toronto'da birkaç küçük ödül de alması benim için büyük bir motivasyon kaynağı oldu, sonra da bir şekilde yolum hep belgeselcilerle kesişti.

 “Travmaların değil, dönüşümlerin kaydını tutuyorum”

Aslında bunun gibi karanlık hikayeler beni çok çekiyor ama filmlerimde bu karanlığın sonunda her zaman bir umut oluyor. Belki felsefe eğitimimin de sayesinde hayatın diyalektiğine inanan biriyim. Yaşamın doğum ve ölüm döngülerinden oluştuğuna, kendini hep yenilediğine ve inişlerle çıkışlarla bizi de kendimiz olmaya çağırdığına inanıyorum. İnsanların savunmasız kaldıkları durumlarda nasıl kendilerini güçlü tutabildiklerini görmek ilgimi çekiyor. Travmalar büyük olsa da onlardan çıkardığımız dersler oldukça dönüşümümüz de büyük oluyor. Bu nedenle travmaları anlatıyorum demek yerine dönüşümlerin kaydını tutuyorum demeyi tercih ederim.

Şehirden doğaya dönmenin hikâyesi: Kovan

Kovan’da da Almanya’dan Doğu Karadeniz’e gelerek hayatını “dönüştüren” bir kadının hikâyesiyle karşılaşıyoruz, ancak bu defa bu hikâyeyi kurmacalaştırmayı tercih etmişsiniz… Bu tercihinizin arkasında neler var?

Aslında en başından beri kurmaca yapmak istiyordum ama hayat bana önce belgesel tecrübesi vermek istedi sanırım. Bazı şeyler tesadüf gibi görünse de bence bilinçaltımız ya da fıtratımız sayesinde olması gereken oluyor. Boğaziçi’nin “korunaklı” dünyasından çıktıktan sonra olgunlaşmam ve hayatı tanımam için bir süre belgesel yapmam gerekiyordu galiba. Kovan’ın hikâyesi TRT Belgesel için çektiğim “Bi Çitflik” isimli bir projeden geliyor. Bu programda büyük şehirlerden köylere, doğaya göçmüş insanların yolculuklarına şahit oldum ve özellikle de Gürcistan sınırında karşılaştığım arıcı bir kadın beni çok etkilemişti. Hem farklı hikâyeleri iç içe geçirerek hem de kendi yaşamımdan bir şeyler katarak Kovan’ın senaryosunu yazdım.

“Bir filmde mekânın başlı başına bir karakter olduğuna inanıyorum”

Filmin Artvin’de geçmesinin özel bir nedeni var mı?

Bir filmde mekânın başlı başına bir karakter olduğuna ve mekânın özellikleriyle karakterin özellikleri ne kadar iç içe geçirilirse hikâyenin o kadar güçlü olacağına inanıyorum. Bu nedenle mekân bulma konusunda çok hassasım, en başından beri Kovan’ın bir Doğu Karadeniz hikâyesi olmasını istemiştim. Artvin’i ise insanları sayesinde çok sevdim. Filmin geçtiği Macahel de balcılığın ve arıcılığın çok yoğun yapıldığı bir yer. Zaten oraya varır varmaz arıcı kostümü giymiş bir kadınla karşılaştım, hemen peşinden koştum ve yarım saat sonra onunla kraliçe arı döllerken buldum kendimi… Macahel ayrıca Türkiye'de biyolojik çeşitliliğin en fazla olduğu yerlerden biri. Yerel halk tarafından her bir dalın, çiçeğin hesabı soruluyor. Doğaya karşı bu kadar bilinçli olmaları beni çok etkiledi çünkü zaten Kovan izleyiciye doğa bilinci ve doğaya dönme mesajı vermeye çalışan bir film. Aslında daha kolay bir bölge de seçebilirdik, çünkü Macahel’in coğrafi özellikleri nedeniyle çok zorlu bir çekim süreci yaşadık ama iyi ki burayı seçmişiz diyorum.

“Doğaya ne kadar yakın olursak o kadar iyiyiz”

O halde filmin içeriğinde olduğu kadar perde arkasında da şehirli insanın doğayla mücadelesinin yaşandığını söyleyebilir miyiz?

Evet, ben de şehirli bir insanım, köyde büyümedim. Çocukluğumu Çınarcık’ta geçirdiğim için doğayla temasım yok değil ama genel olarak hayatım hep şehirde geçti. Bu da filmin mantığına uyuyor aslında, çünkü Kovan’da da şehirli bir insanın doğa karşısındaki ikilemlerini, hatalarını ve zaman zaman da büyülenmelerini görüyoruz. Karakterin önce doğa karşısında büyük korkuları oluyor, neredeyse dağın tepesinde yürümeyi bile beceremiyor. Kendisini çok akıllı bulduğu için doğayla mücadele etmeye çalışıyor ama doğa ana ona öyle sert cevaplar veriyor ki bir süre sonra ders çıkarmayı ve doğa karşısında mütevazı olmayı öğreniyor. Hepimizin özü doğa aslında ve bütün sorularımızın cevabını taşıyor. Herkes her şeyini bırakıp doğaya dönsün demiyorum ama doğaya ne kadar yakınsak o kadar iyi olduğumuzu düşünüyorum.

Kovan’da karakterin doğaya dönme kararı almasında ailesinin hikâyesi öne çıksa da gerçek hayatta şehirden doğaya dönmek bir yandan da sınıfsal bir mesele değil mi? Herkesin bu tercihi yapma şansı olmuyor.

Elbette, ne yazık ki tarım politikalarımız çiftçiyi yeterince desteklemiyor. En ufak bir iklim değişikliği bile çiftçiyi çok etkiliyor. Ama bence dünya çiftçiliğin ne kadar önemli olduğunu anladı, küçümsenen bu meslek dünyanın en önemli mesleklerinden biri haline gelmeye başladı.

“Sinemada kadınlar olarak kendi dayanışma ağlarımızı oluşturmalıyız”

Filmdeki çatışmalardan biri de “erkek işi” olarak görülen arıcılığı bir kadının yapmaya çalışması. Karakter, sadece doğaya karşı değil bu kabullenmelere karşı da bir mücadele veriyor. Bir kadın yönetmen olarak sizin sinema sektöründe yaşadıklarınızın yansımalarını da bu hikâyede bulmak mümkün mü?

Her sektörde olduğu gibi arıcılıkta da kadın olmak daha zor. Filmde bu konuda söylenenler gerçek hayattan alınmış cümleler. Yakın zamana kadar arıcılığın erkek mesleği olduğuna dair bir inanış varmış ama örneğin Macahel’de karşılaştığım Melahat Gülbin ve kızı, kadınların arıcılıkta daha başarılı olduğunu çünkü arıcılığın detaycılık gerektirdiğini ve kadınların detaylara daha çok dikkat ettiğini, arıların dilinden daha çok anladıklarını söylüyorlar. Ben de Kovan’da kadınların ötekileştirilmediği bir hikâye anlatımı kurmak istedim. Zaten burada asıl öteki doğa. Hepimiz önce insanız ve asıl meselemiz doğayla. Sinema da benzeri şekilde çok iddialı olmayı gerektiren bir sektör ve yönetmeninden set elemanına sektörün çoğu erkeklerden oluştuğu için bir erkek dayanışması söz konusu olabiliyor. Bu noktada bizim de kendi dayanışma ağlarımızı oluşturmamız gerekiyor. Türkiye’de ve dünyada kadın yönetmenlerin oranı yüzde onu geçmiyor. Bu dengeyi sağlamak için kadınların hem daha çok cesaretlendirilmeleri hem de birbirleriyle daha çok dayanışmaları gerektiğini düşünüyorum.

“Avrupalı entelektüel Türkiye’yi hala çok politik bir yerden değerlendiriyor”

Toronto York Üniversitesi’nde tamamladığınız yüksek lisans tezinizde Batı’nın kendi dışında kalan ülke sinemalarını tek ve kısıtlayıcı bir çerçeve altında değerlendirmesi üzerinde duruyorsunuz. Bugün sizce bu durum ne kadar değişti? Örneğin, Türk sinemasının yurtdışında nasıl bir algısı var?

Bence çok değişmedi, sanat dünyasını yönetenlerin Türkiye'ye dair algısında da pek bir değişiklik olmadı. Türk sinemasını belli bir yere oturtmakta zorlanıyorlar, hala çok egzotik ve oryantalist bir yerden bakıyorlar. Özellikle Avrupalı entelektüel Türkiye'yi çok politik bir yerden değerlendiriyor ve bizden de hala siyasi alt metinler bekliyorlar. Örneğin, Kovan’ın Zürih’teki bir gösteriminde İsviçreli bir izleyici bana filmin politik mesajının ne olduğunu sormuştu. Önce çok şaşırdım, sonra da Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ayağa kalkmak için Türkiyeli işçilerin emeğini sömürdüğü düşünüldüğünde filmdeki karakterin de sömürgecilik tarihinin bir uzantısı olarak arada kalmışlık halini yaşadığını söyledim. Aslında benim Türkiye’deki iktidarı eleştiren bir şeyler söylememi beklemişti, ama benim didaktik olma derdim yok, ben evrensel bir şey yapmak istedim.