“İçinde yaşadığımız politik ortamın kişisel hikâyelerimize çok etkisi var”

1994 yılında Boğaziçi Üniversitesi Fizik Bölümü’nden mezun olan Hikmet Hükümenoğlu, yaklaşık on yıl finans sektöründe çalıştıktan sonra ilk romanını 2005 yılında yayımladı. Son romanı Atmaca geçtiğimiz aylarda yayımlanan ve “öfkesine tutkuyla bağlanan” Ömer karakteri üzerinden 1995’ten 2019’a bireysel ve toplumsal kırılmaları bir arada sunan Hikmet Hükümenoğlu’na hem kendi hikâyesinin ayrıntılarını hem de Ömer’in öfkesinin ardında yatanları sorduk.

Fizikten finans sektörüne, ardından yazarlığa… Bu geçişler nasıl yaşandı? Yazmaya ilginiz ne zamandan beri vardı?

Aslında ortaokuldan beri edebiyatla ilgileniyorum. Okulda çıkarılan amatör edebiyat dergilerine şiirler, hikâyeler verdiğim olmuştu ama profesyonel anlamda yazarlığı ciddi olarak düşünmemiştim. Okumayı seven herkesin yazar olma hayali ne kadarsa benim de o kadardı. Lise sonda tiyatroya çok merak salmıştım, tiyatro kulübüyle beraber bir oyun yazıp yönetmiştim ve kendimi o kadar kaptırmıştım ki üniversiteye hazırlanmak ikinci planda kalmıştı. Fizik, annem ve babamın Boğaziçi olsun diye listenin en altına yazdığı bölümdü, çünkü ben çok ilgili değildim. Sistemin ironikliği de şu ki aslında 40 fizik sorusundan sadece birini doğru cevaplamıştım. Bölüme girdiğimde yatay geçişle mühendislik fakültesine geçme planım vardı ama ilk yıl bu sefer de okulun atmosferine kendimi kaptırdım ve çok düşük bir ortalama elde ettim. Sonra bölümde kalacaksam ciddiye almam gerektiğini düşündüm, zaten benim kafam biraz böyle çalışıyor, bir şeye kendimi verirsem bir noktadan sonra onu seviyorum, fiziği de çok sevdim. Hatta son seneye gelince akademisyen olmaya bile karar vermiştim, notlarım da yükselmişti ama ilk yıldaki tökezleme yüzünden olmadı. O sırada Koç Üniversitesi’nin MBA programı yeni başlamıştı ve yine ailemin teşvikiyle oraya gittim. Güzel bir programdı ve oraya adapte olduktan sonra da finans sektöründe çalışmaya başladım.

Peki, finansta 10 yılı bulan bir çalışma hayatının ardından sizi “işi gücü bırakıp roman yazmaya” iten şey neydi?

Açıkçası pilim 10 senede bitti ki bu bana özel bir şey değil. Finans çok yorucu ve yıpratıcı bir sektör. Özellikle de benim çalıştığım alan olan borsa yatırımcılarına araştırma hizmeti verme işi çok stresli. Zaten Türkiye’de olmasa da yurtdışında bu işin ömrü 10-15 yıldır. Sonrasında fiziksel ve ruhsal rahatsızlıklar baş gösterebiliyor. Çalıştığım dönemde de Türkiye’nin ve dünyanın 2-3 tane büyük krizini gördüm ve şirketlerin kapanması, farklı şirketlere geçmek derken yıpratıcı bir süreçti ve bir noktada bitti.

“Kendi hayatımı romanın dışında tutmaya çalışıyorum”

Hikâyenizi dinlerken Atmaca’nın ana karakteri Ömer’in hikâyesiyle de paralellikler bulabiliyoruz. Özellikle eğitimle ilgili kararlarınızda aileniz belirleyici olmuş, Ömer ise tersine inadına ailesinin istemediği kararları alıyor. Yoksa Ömer, bir anlamda sizin yapamadıklarınızın intikamını mı alıyor?

Aslında mümkün olduğu kadar yazdığım şeylere hayatımı katmamaya çalışıyorum. Bu durum her yazarın yazarken kafasının üzerinde sallanan Demokles’in kılıcına benzetilebilir. Artık yazarların kendi hayat hikâyesinden yola çıkarak yazdığı “auto-fiction” denilen kurgu romanlar bir edebi tür olarak da kabul ediliyor ve yazdıklarına hayatını katıp katmamak bir tercih halini aldı. Belki bilinçli olarak belki de bilinçaltınızdan kendinizden birtakım şeyler romana sızabilir, ancak ben mümkün olduğunca kendimi romanın dışında tutmaya çalışıyorum.

Atmaca hakkında en çok söylenen şey romanın merkezi duygusunun öfke olduğu. Kurguyu kafanızda planlarken hedefiniz bir öfke anlatısı mı oluşturmaktı yoksa karakterlerin yaşadıkları sonucu öfke doğal olarak ortaya çıkan bir duygu mu oldu?

İkinci dediğinize daha yakınım, yazmaya başlamadan kitabın merkezi düşüncesine ya da özündeki duygusuna karar vermiyorum. Genelde kafamda önce bir öykü kırıntısı ya da karakter beliriyor ve onlar geliştikçe kitaptaki duygular da ortaya çıkıyor. Ömer’in hikâyesini yazarken hem onun yaşadıkları hem de olayların geçtiği dönemler nedeniyle öfke yoğun bir duygu halini aldı. Özellikle de 2015 ve 2019 yıllarının anlatıldığı bölümlerde bu duygu daha çok öne çıkıyor.

“Hepimizin içinde öfke var, ama hepimiz bu öfkeyle farklı şekillerde başa çıkıyoruz”

Bahsettiğiniz dönemleri düşününce öfkenin hepimiz için daha tanıdık bir duygu olduğunu söylemek mümkün, ancak roman ve Ömer’in öfkesi 1995’ten başlıyor. O yıllardaki öfkenin kaynağı nasıl açıklanabilir? Karakterin öfkesi sadece toplumsal koşullara bağlı değil o zaman, değil mi?

Değil, ailevi geçmişinden ve çocukluğundan kaynaklanan travmatik bir durum da söz konusu. Okuduğum kaynaklara dayanarak öfkeyle ilgili şunu söyleyebilirim: Hepimizin içinde öfke var, ama hepimiz bu öfkeyle farklı şekillerde başa çıkıyoruz. Kimimizin öfkesi daha gelip geçici oluyor, kimimiz ise öfkesini içinde biriktiriyor ve karakterinin bir parçası haline getiriyor. Ömer ikinci gruba daha yakın, öfkeyle yaşayan adeta öfkesini seven, ona tutkuyla bağlanan bir karakter. İlerleyen dönemlerde yaşadıklarıyla öfkesi gittikçe yoğunlaşsa da kaynağı sadece dönemsel değil. Hayata karşı bir kızgınlığı var, bu kızgınlığı karakterinin bir parçası olarak yaşıyor ve bazen öfkelenmek için kendi kendine de fırsat yaratıyor.

Ömer sanki roman boyunca babasıyla bir türlü tanışamıyor ama kardeşi Önder’le sonradan çok farklı bir ilişki kuruyor. Romanı kardeşlik hikâyesi gibi de okuyabilir miyiz? Bir yandan da hem babasıyla hem de kardeşiyle ilişkisini belirleyen şey geçmişini yanlış hatırlaması. Bu tema hakkında neler söylemek istersiniz?

Çok katıldığım iki noktaya parmak bastınız. Hikâyelerin nereden ortaya çıktığını çoğu zaman hatırlamam ama Atmaca’yı yazarken bu soru gelebilir diye not aldığımı hatırlıyorum, çünkü hikâyeyle ilgili kafamda beliren ilk tohum kardeşlerle ilgili bir şeyler yazma isteğimdi. Hikâye baba-oğul ilişkisinden çok kardeşlik hikâyesi üzerine belirmeye başladı. Baba, romanda daha çok otoriteyi temsilen var ama kardeşler çok daha canlı olarak ön planda. İkinci tema ise kendi hikâyemizi zihnimizde nasıl kurguladığımız, yanlış bir hikâyeyi bazen nasıl gerçek zannettiğimiz hakkında. Bu tema, Ömer’in babasıyla, annesiyle ve kardeşleriyle ilişkisinin seneler içindeki değişiminde temel bir motif olarak hep yer alıyor. Örneğin kardeşi Önder kitabın son bölümlerinde bambaşka bir figür olarak ortaya çıkıyor. Ömer ancak 40’lı yaşlarında onu tanımaya başlıyor aslında dolayısıyla okur da Önder’i o zaman tanıyor.

“Toplumsal olan kişisel hikâyelerimizi çok etkiliyor”

Bir önceki romanınız, Körburun, 1960’lardan başlıyor ve 1990’lara kadar geliyordu. Atmaca’da da hikâyenin 1995, 2001, 2015 ve 2019 yılları olmak üzere dört bölümde anlatıldığını görüyoruz. Bu tarihlerin seçiminde Ömer’in hikâyesinin toplumsal kırılma noktalarıyla örtüşmesi de etkili oldu mu?

Evet, Körburun’da arka plandaki toplumsal olaylar ve ülkenin tarihindeki kırılma noktaları daha belirgindi, doğrudan hikâyede anahtar görevi görüyordu. Her ne kadar Atmaca, Körburun’un devamı sayılmasa da toplumsal olanın kişisel hikâyelerimizi ne kadar çok etkilediği üzerinde durduğum bir tema. Özellikle de 2015 ve 2019 bu açıdan daha çok öne çıkıyor. 2015 zaten korkunç bir yıldı ve 2019 da kitabı bitirdiğim yıl oldu.

Acaba hikâye 2020’ye sarksaydı neler olurdu?

Felaket olurdu… Pandemi başladığında kitabın son düzeltmelerini yapıyordum. Kitabı yazarken hikâye 2020’ye sarkmasın diye kurgulamıştım, iyi ki öyle olmuş, çünkü sarksaydı çöpe gidebilirdi. Şu anda önümüzü göremediğim için 2020’de ve devamında geçen bir hikâye kurgulayamam gibi geliyor.

“21. yüzyılda yazarın didaktik bir şeyler söylemesi bana rahatsız edici geliyor”

Edebiyatınızda bir yandan dönemin politik atmosferini anlatırken bir yandan da karakterlerin bireysel hikâyelerini dengeli bir şekilde verebiliyorsunuz. Bireysel olanı toplumsala feda etmeden anlatabilmek için ne gibi yöntemler kullanıyorsunuz? Bu açıdan genç yazarlara neler önerirsiniz?

Dediğiniz gibi bir denge tutturmak gerekiyor. İçinde yaşadığımız politik ortamın kişisel hikâyelerimiz üzerinde çok fazla etkisi olduğuna inanıyorum, bunu metne yansıtmamak çok zor, üstelik böyle bir şey gerçekçi de olmaz. Öte yandan kafanızdaki politik bir fikri mutlaka kitaba koymalıyım diye kendinizi şartlarsanız didaktik olma tehlikesi de oluşur. Roman yazarın siyasi görüşünü aktarma aracı değil, benim için önemli olan karakterlerin o görüşün içinde nasıl bir yerde olduğu. Bu dediklerim aslında sadece siyasi konular için de geçerli değil. 21. yüzyılda yazarın didaktik bir şeyler söylemesi bana biraz rahatsız edici geliyor, belki klasik romanlarda bunu olağan karşılıyoruz ama bugünün edebiyatında bir denge olmalı. Bunun için ben tamamen öyküden ve karakterden yola çıkarak yazıyorum, diğer konular kendiliğinden metnin içine giriyor. Didaktikliğe kaçtığımı düşünüyorsam birinci taslaktan sonra bunu yontmaya çalışıyorum. Bazen de hikâyedeki toplumsal atmosferi artırmak gerekiyor, çünkü örneğin genç okurlar 1990’dan önce neler olduğunu çok fazla bilmiyor. Dönemi hikâyenin içine yedirerek onlara olanları bir miktar hissettirmek gerekebiliyor.

“İnternet öncesi yıllarda erişebildiklerimiz daha kıymetli olurdu”

Genç okurlar demişken, romanda da Ömer’i önce genç haliyle, lise son sınıf öğrencisi olarak, tanıyoruz. Hem Ömer hem de arkadaş çevresi edebiyatla, sinemayla çok içli dışlı olarak çiziliyor. Bugün bakınca gençlerin bu alanlarla ilişkisini nasıl görüyorsunuz?

Bizim zamanımıza göre edebiyatla, sinemayla, kültürle daha farklı bir ilişkileri var. Ben bunun sebebinin biraz internet olduğunu düşünüyorum. İnternet öncesi yıllarda birtakım şeylere erişmek çok zordu ve erişebildiğiniz şeyler de çok kıymetli olurdu. Bir filmi belki defalarca seyrediyorduk ya da bir kitap alabildiğimiz zaman ona çok kıymet veriyorduk. Bugün bunlara erişmek çok kolaylaştı ve bir şeyden sıkılınca hemen başka bir şeye geçebiliyoruz. Bunu ben de yapıyorum dolayısıyla gençleri anlayabiliyorum, çok farklı oyuncağınız varsa onlara daha az kıymet verirsiniz.

Roman boyunca çok sayıda filme, romana atıf yapıyorsunuz. Bugün sizi besleyen isimler kimler, kimleri daha çok takip ediyorsunuz? Ayrıca sevdiğiniz isimleri paylaştığınız “Hikmet’ten Mektup Var” isimli bir kişisel e-posta bülteniniz de var, oralarda kimlerin adı geçiyor?

Aslında her şeyi takip etmeye çalışıyorum ve bugün birçoğumuzda görülen bir şeylere yetişememe korkusu da bende yoğun olarak var. Türkiye’den genç yazarların yazdıklarını mutlaka okumak istiyorum, çağdaş yabancı edebiyattan çok besleniyorum ve takip ettiklerimi hem kendim unutmamak için hem de benim zevk aldığım şeylerden zevk alabilecek insanların kaçırmaması için “Hikmet’ten Mektup Var” aracılığıyla paylaşmaya çalışıyorum. Örneğin en son mektupta çağdaş yazarlardan çok sevdiğim bir isim olan David Mitchell’den ve son çıkan kitabı Utopia Avenue’den bahsettim. Bu aralar Ayfer Tunç’un Atmaca’yla hemen hemen aynı dönemde çıkan son kitabı Osman’ı okuyorum. Netflix’te en son “The Queen’s Gambit” dizisini seyrettim ve çok hoşuma gitti.

Peki, şu anda üzerinde çalıştığınız bir şeyler var mı?

Sürpriz bir web sitesi hazırlanıyor, oraya bir öyküyle katıldım. Henüz bir romana başlamadım, genelde bir kitap çıktıktan sonra kendime bir yıl boşluk bırakıyorum ama bu defa o kadar beklemeden çalışmaya başlayabilirim. Ne yazacağımı kafamda oluşturmaya çalıştırıyorum, ancak şu an paylaşabileceğim net bir şey yok.