Murat Gülsoy: ‘’Edebiyat en muazzam zihin araştırması’’

Yazar, akademisyen Murat Gülsoy yazarlıkta 30 yılı yepyeni bir romanla geride bıraktı. 2000 yılından bu yana Boğaziçi Üniversitesi Biyomedikal Mühendisliği Enstitüsü’nde öğretim üyesi olarak görev yapan Prof. Dr. Gülsoy, Sait Faik Hikâye Ödülü, Yunus Nadi Roman Ödülü, Sedat Simavi Edebiyat Ödülü olmak üzere önemli edebiyat ödüllerinin sahibi. Murat Gülsoy, ayrıca edebiyat üzerine inceleme ve denemeler yazıyor ve Boğaziçi Üniversitesi'nde yaratıcı yazarlık dersleri veriyor. Gülsoy ile yeni romanı ve yazma serüveni üzerine konuştuk.

Ve Ateş Bizi Tüketiyor, yaşlı bir adamın bir gece boyunca yaptığı tekinsiz, aynı zamanda büyülü bir yolculuğun hikâyesi… Aynı zamanda yazarlık serüveninizin 30. yılına rastlamış olan yepyeni bir roman... Bu vesileyle geçen 30 yıla geri dönüp baktığınızda ve sizi buraya taşıyan onca kitabınızı, hikâyenizi, yazdıklarınızı ve henüz yazmadıklarınızı da hesaba kattığınızda yazarlık yolculuğunu –kendi başına-nasıl tanımlarsınız? Son romanınızdaki kahramanın çıktığı kadar tekinsiz bir yolculuk mudur yazmak?

Murat Gülsoy- Yazmak çoğu zaman bir yolculuğa benzetilir. Doğrudur da, öncelikle okuma deneyiminin kendisi bir yolculuktur. Çocukluğumda, roman okumaya başladığım ilk zamanlarda hemen farkına varmıştım bu durumun. Okuyarak, içinde yaşadığım gerçeklikten sıyrılıp, başka bir dünyanın içine girebiliyordum. Biraz film izlemeye benziyordu ama arada önemli bir fark vardı. Film izlerken ben sinema perdesinin içindeki, önceden kurulmuş bir dünyanın içine giriyordum, ama roman okurken, o dünya benim içimde kuruluyor ve ben de kendi yaşantımın bir devamı gibi deneyimleyebiliyordum. Okurken, hem başka dünyaları kendi zihnimin içinde kendi ruhsal malzememle kuruyor, hem de başka insanları kendi içime almış gibi hissedebiliyordum. Bu dilin gücünden geliyor tabii. Bunun farkına varmıştım erken zamanlarda ama üzerine ciddiyetle çalışmaya başlamam üniversite yıllarına denk geldi. Bunda da okuduğum üniversitenin, Boğaziçi’nin etkisi büyük tabii. Ortam, yani hocalar, asistanlar, öğrenciler, herkesin entelektüel bir iddiası vardı. Hep de öyle oldu. Böyle bir ortamda insan kendi sınırlarını yoklamak ve zorlamak konusunda daha cesur olabiliyor. Bu tabii yazmanın bir yönü. Yani o okuduğum romanlardaki, öykülerdeki gibi dünyaları kurabilmek arzusu duymak…

Ama başka bir yönü daha vardı tabii, onu da önce iyi bir okur olarak keşfedecektim. Okuduklarımız bizi dönüştürüyor, değiştiriyor. Evet ayrıntıları unutuyoruz ama okuma deneyimi bizi çoktan şekillendirmiş oluyor. Bir ırmağın yatağını oyarak şekillendirmesi gibi. Su akıp gider ama akarken yeryüzünü değiştirir, akışın izi kalır. Yaşadıklarımız gibi… Hatta bazen yaşadıklarımızdan bile daha derinden şekillendiriyor iç dünyamızı çünkü yaşadıklarımızı nasıl anlamlandıracağımızı çoklukla edebiyattan öğreniriz. Roman okumanın, öyküyle, şiirle hemhal olmanın bu olağanüstü etkileri yazarken çok daha farklı bir boyutta gerçekleştiriyor. Bazen yazan kişiyi, yeni tıbbi yöntemleri kendi üzerinde deneyen geçmiş zaman bilimcilerine benzetiyorum. Tekinsizlik burada devreye giriyor. Kendi içimizi araştırmanın tekinsizliği… Hem çok tanıdık hem yabancı. En büyük tekinsizliğin insanın zihninin içinde olduğunu hissettiğim zamanlarda edebiyatla çok daha ciddi ilgilenmeye, yazmaya ve yazı üzerine düşünmeye karar vermiştim. Mühendislikten sonra psikoloji okumamın arkasında da aynı motivasyon vardı, insan zihnini daha iyi öğrenmek, üzerine çalışmak… Otuz yıl süren yazı maceram boyunca anladım ki, edebiyat en muazzam zihin araştırması.

Eserlerinizin çoğunda bellek- zaman-mekân ilişkisini kendi gerçekliğinden koparıp farklı katmanlarla örülü bambaşka bir dengeye ya da ilişkiye oturtuyorsunuz. Son romanınızda da bu var. Mekânlar arası geçişle beraber zamanlar arasılık da öne çıkıyor. Oysa tüm hikâye tek bir gecede geçiyor. Bir gecenin bir ömür kadar uzun olması, aynı gecede yapılan zamanlar arası yolculuklar… Yazar olarak zaman, mekân ve bellek ile ilişkiniz üzerine neler söylemek istersiniz? Bir kurmaca metni benzersiz ve özgün kılan hikâyenin ana fikri kadar onun payandaları olan zaman-mekân ve bazen de bellekle olan ilişkisi olsa gerek, değil mi?

Romanda bir dünya kurmak gerçek bir dünya kurmaya benzer. İlk yapılması gereken mekan ve zamanın kurulmasıdır. Farklı kültürlerde anlatılan yaratılış mitlerine baktığınızda da aynı şeyi görürsünüz. Önce mekan açılır, ardından zaman başlar.  Zaten kurmaca edebiyatı, roman ve öyküyü, diğer edebi türlerden, örneğin şiirden, denemeden ayıran da bu özelliğidir. Bir dünyanın içine girdiğimizi deneyimleriz, mekan duygusudur bunu yaratan. Ancak bu gerçek yaşamda içine girdiğimiz mekanlardan farklıdır. Mekan içimize doğru açılır. İnsanın iç dünyası bu sayede genişler.

Zaman duygusunu yaratan ise karakterlerin hareketidir. Hikaye boyunca bir iradenin hareketini izleriz çoğunlukla. Bir yaşama, duyumsama, deneyimleme provası gibidir. Dilin imkanları kurmaca deneyimi ile genişleyerek bize kişisel bir felsefe sunar adeta: Neyin neden ve nasıl olduğu konusunda bir tür deneyim kazanmış oluruz. Çevremizde olup bitenleri algılayış şeklimiz romanlar ve öyküler okudukça derinleşir, çeşitlenir. Bunlar iyi edebiyat eserleri okumanın getirdikleri… Ben son dönemlerde yazdıklarımda özellikle bu sorduğunuz mesele üzerine daha çok eğiliyorum galiba… Tabii romanları başlatan çoğu zaman bir duygu, inatçı bir görüntü ya da duygulanım oluyor.

Siz sorduğunuz böyle anlatıyorum ama aslında çok da kendiliğinden gelişiyor. Yani önce zaman-mekan üzerine düşünüp bir tez yazar gibi başlamıyorum yazmaya. Örneğin bundan önceki romanım, Öyle Güzel Bir Yer ki belirli mekanlarda sıkışmış belirli zaman dilimlerinin içinden genişliyordu. Sıkışmışlık, çıkıp gidememe hissi bir yanda, kaybetme korkusu diğer yanda. Yani, kahramanımız belirli anların içinde kalmak istiyor aslında, o anlar sonsuza dek uzasın ama bir yandan da bu bir sıkışmışlık hissini beraberinde getiriyor. Son romanım Ve Ateş Bizi Tüketiyor ’da ise kahramanımız gidiyor, hiçbir anın içinde çok uzun kalmıyor, her şey olağanüstü bir gecenin içinde akıp gidiyor, hayat gibi. Tabii tüm bu akış bizim zihnimizin içinde gerçekleşiyor, hem okurken, hem yazarken hem de yaşarken. 

‘’Edebiyatı bir tür zihinsel ve psikolojik araştırma ortamı gibi görüyorum’’

Söyleşilerinizden birinde Ve Ateş Bizi Tüketiyor için ‘’Hep yapmak istediğim ama bir türlü cesaret edemediğim sınırlara doğru daha fazla yaklaştığım bir kitap oldu’’ diyorsunuz. Sınırlar üzerine düşüncelerinizi merak ediyor insan, yazarken bir sınırı zorladığınızı veya ona yaklaştığınızı hissetmek mümkün mü? Ya da bunu hissettiğiniz an neler oluyor?

Hayal gücümüz bir sınıra çarptığımız anda daha etkin hale geliyor. Özgürlüğümüzü, var oluşumuzu kısıtlayan her şey bir sınır oluşturur. Kimi yazarlar için bu sınırlar çok daha toplumsaldır, kimileri için psikolojiktir. Bazıları için de edebiyatın anlatım araçları birer sınır oluşturur. Bu sınırlardan hangilerine yaklaşıyorsanız, hayal gücünüz o meselelere doğru genişliyor, yazdıklarınızı da belirliyor. Kimi yazarların toplumsal meseleleri kimilerinin de biçimsel arayışları ön plana çıkarmasının nedeni budur sanıyorum. Benim en başından beri merakım insan zihnine odaklanmıştı. Aklın nasıl çalıştığı, psikolojik deneyimlerimizin arka planı, algılarımız, dünyanın dille kurulması ve tabii ki bunların edebiyattaki karşılıkları.

Ya da şöyle söyleyeyim ben edebiyatı bir tür zihinsel ve psikolojik araştırma ortamı gibi görüyorum zaman zaman. Her yeni roman benim için edebiyat üzerine yeniden ve kökten bir düşünme çalışması demek. Hem dil üzerine, anlatım biçimleri, roman mimarisi, farklı olay örgüleri üzerine düşünüyorum hem de insan davranışları, duyguları ve düşünceleri üzerine düşünmek durumunda kalıyorum. Aslında dil ile insanı, bu bağlamda, birbirinden ayırmak çok güç. Tabii bu deneysel arayışlarımı sınırlayan başka kaygılar da var. Anlaşılabilir bir roman ortaya çıkarmak, okuyanlar üzerinde kalıcı bir etki yaratabilmek. İşte bu da bir başka sınır! Bugüne kadar hep böyle gitti. Her romanda biraz daha ileri gittiğimi sanıyorum. Ama bu ufuk çizgisi gibi biraz da sanal bir şey. Siz yaklaştıkça o sizden uzaklaşıyor. Yine de yolculuk sürüyor.

Gerek Boğaziçi Üniversitesi’nde yazı ve yaratıcı yazarlık üzerine verdiğiniz derslerde, gerekse kurmacanın sırlarını ele aldığınız, yazmak isteyenler için bir başucu kitabı olan Büyü bozumu: Yaratıcı Yazarlık kitabınızda gerçekliği yazı yoluyla yeniden kurmanın araçlarını, yöntemlerini gösteriyorsunuz okurlarınıza; onları yazar olmaya özendiriyor, teşvik ediyorsunuz. Bir yazarın bu kadar açık yürekli olması, kendi kurmaca dünyasının kapılarını bu kadar rahat açması hatta deyim yerindeyse yazı dünyasının ‘trik’’lerini açık etmesi aslında çok da rastlanır değil, çok nadirdir… Acaba böyle paylaşımcı olmanızın, okuru gözetmenizin ardından yatan nedir?  Bir ifadenizde belirttiğiniz üzere, ‘’Sanat yapıtı hiçbir zaman yaratıcısı ile sınırlı kalmaz. Her zaman ötekinin gözüne ihtiyaç duyar’’ düşüncesi mi?

Elbette ötekinin gözüne ihtiyaç duymak önemli. Ama asıl önemlisi kolektif düşünme ve eleştirel okuma süreçlerinin yazar üzerindeki olumlu etkisi.  Atölye ortamında katılımcılar yazdıklarını okuyup diğerlerinin eleştirel düşüncelerini öğreniyorlar ki bu çok önemli. İster tecrübeli bir yazar olun, ister yeni başlamış olun fark etmez, herkes eleştirel düşüncelere ihtiyaç duyar. Yazdıklarımızın nasıl alımlandığını bilmek en büyük öğretmendir. Tabii her yapılan eleştiriyi aynı oranda ciddiye almamız gerekmiyor. Yapılan eleştiriyi de “okumayı” öğrenmemiz gerekiyor. Farklı bakış açılarından eleştirilmek, bu atölye çalışmasının ilk yararı. Ama bir yararı daha var; başkalarının yazdıklarını dinleyip, o metinlerin zayıf taraflarını bulup nasıl güçlendirilecebileceği üzerine kafa yormak, işte bu bence en önemli kazanç.

Örneğin siz bilim kurgu yazıyorsunuz ama arkadaşınız bir dönem romanı üzerinde çalışıyor, diğeri daha lirik bir metin getiriyor sınıfa. Siz kendi türünüzde olmayan bir metin üzerine çalışırken, o hikayenin iç tutarlılığını koruyarak nasıl geliştireceğinizi düşünmeyi öğreniyorsunuz. Bu bence çok önemli. Diyebilirim ki benim yazarlığımın üzerinde de atölyelerimin çok olumlu bir etkisi oluyor. Sürekli algılarımı açık tutmama yarıyor. Kendi içime dönmemi frenliyor. Başkalarının iç dünyalarında gezinmeyi öğreniyorum. Tabii bu tüm katılımcılar için geçerli. Elbette sizin ne kadar meraklı, istekli olduğunuzla da ilgili tüm bunlar.

Romanda bir Tanrı-Yazar benzetmesi var, orada şöyle diyor anlatıcı-kahraman; ‘’Ben Tanrı olsaydım yarattığım karakterlerin kendilerinin özgürce davranmalarını isterdim. Benim yazdığım senaryoyu canlandırmıyorlar da kendi özgür iradelerine göre hareket ediyorlarmış gibi yaşamalarını isterdim’’. Yazarlık uğraşınızda kendiniz ve var ettiğiniz karakterleriniz için aynı şeyi dilediğiniz oluyor mu hiç?

Elbette, ölümsüz olmalarını.

 

Söyleşi : Özgür Duygu Durgun / Kurumsal İletişim Ofisi