Prof. Dr. Güzver Yıldıran ile doyumsuz sohbet...

Eğitimci olmayı aklının ucundan bile geçirmiyordu ama yaşam ona birbirinden cazip öyle fırsatlar sundu ki; Güzver Yıldıran bu olanakları değerlendirirken tutkuyla ve sevgiyle yöneldiği alanlarda çalışma fırsatı buldu. Boğaziçi Üniversitesi’ne gerek idari görevleriyle gerekse üniversitenin kurumsal tarihinin oluşumuna sunduğu katkılarıyla tanıdığımız, Eğitim Fakültesi’nin önceki dekanlarından Prof. Dr. Güzver Yıldıran ''Boğaziçi bilim, sanat ve nesillere verilen eğitimde en yüksek ölçütlere ulaşma azmi ile bu uğurda verilen emeklerdir'' diyor. Güzver hoca ile sohbet etme şansı yakaladık…
Kenan Özcan

Boğaziçi Üniversitesi’nin kurumsal tarihinin oluşumunda emeği geçen isimlerden biri olan Prof. Dr. Güzver Yıldıran, Eğitim Fakültesi Dekanı olarak 2010-2014 yılları arasında görev yaptı. 1994-1996 ve 1998-2002 yılları arasında Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölümü Bölüm Başkanlığı görevinde bulundu. 

Beş Rektör döneminde Üniversite Senatosu’nda (Ergün Toğrol, Üstün Ergüder, Sabih Tansal, Kadri Özçaldıran, Gülay Barbarosoğlu), üç Rektör döneminde Üniversite Yönetim Kurulu’nda (Sabih Tansal, Kadri Özçaldıran, Gülay Barbarosoğlu) görev aldı. Araştırma Fonu Yönetim Kurulu kurucu üyeliği ve Sosyal Bilimler Enstitüsü kurucu üyeliği, Ayşe Soysal ve Ahmet Mete Işıkkara ile birlikte Ankara’da UNESCO Milli Komisyonu’nda üniversitemizin temsilciliği, Merkezler Komisyonu kurucu üyeliği, Usul ve Esaslar Komisyonu Başkanlığı başta olmak üzere, çeşitli idari görevlerde bulundu ve 1980 yılından 2010’ların ortasına dek hem akademik hem de idari alanda çalışmalarıyla Boğaziçi Üniversitesi’ne önemli katkılar sundu.

Biri Indiana University Press (1997), biri Almanya’da Lambert Academic Publishing (2010), diğerleri ise Boğaziçi Üniversitesi tarafından yayımlanmış toplam 11 kitaba ve çok sayıda bilimsel yayına imza atmış olan Güzver Yıldıran’ın bir bilim emekçisi olma yolundaki hikâyesi 1965 yılında Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’nden mezun olmasıyla başlıyor. Aynı yıl İstanbul Belediye Konservatuarı Bale Bölümü’nü tamamlayan Yıldıran, psikoloji alanında öğrenim görmeye karar vererek ABD Washinton Eyaletinde Puget Sound Üniversitesi’ne lisans eğitimi almaya gidiyor.

Albert Schweitzer College’da eğitim fırsatı elde ediyor

ABD’de Puget Sound Üniversitesi’nde Psikoloji ile birlikte Felsefe bölümünü de bitirerek her ikisinden de onur derecesiyle mezun olan Yıldıran, yan dal olarak Amerikan Edebiyatı bölümünü tamamlıyor. Henüz 21 yaşında üniversite son sınıf öğrencisiyken, üniversitesine konuşmacı bilim insanı olarak gelen İsviçre, Churwalden merkezli Albert Schweitzer College müdürü Dr. Hans Rosenwald’dan aldığı teklifle, lisansını 1969’da tamamladıktan sonra 1969-1970 akademik yılında İsviçre’ye tam bursla giderek temel felsefesi Schweitzer’in  ‘’Yaşama Saygı’’ kavramı üzerine kurulu olan bu okulda, Schweitzer’in yaşamı ve felsefesi, Fransızca, Almanca ve Goethe üzerine dersler alıyor.  

Avrupa’da geçirdiği ve akademik anlamda kendisinde önemli izler bırakan bu dönemi şöyle anlatıyor Yıldıran:

‘’Okulun amacı, bir doktor, org sanatçısı, felsefeci ve hümanist olan Nobel Barış Ödül’lü Albert Schweitzer’in felsefesi açısından dünyaya bakmayı öğrenmek, onun Afrika’da, Gabon, Lambarene’deki hastanesini bir org sanatçısı olarak Avrupa’da verdiği konserlerle nasıl desteklediğini anlamak, hizmet kavramının insan uğraşlarından felsefe ve sanattan beslenmesinin önemini kavramak olarak açıklanabilir. Bu amaçla Dr. Hans Rosenwald öğrencilerin Schweitzer için önemli olan Avrupa kentlerinde müzeleri gezmelerini ve konserlerden yararlanmalarını içeren bir eğitim programı oluşturmuştu. Eğitimimiz Berlin Freie Üniversitesi yerleşkesinde başladı. Aldığımız dersleri iki veya üç kişilik ‘tutorial’lar olarak yapıyorduk. Berlin’de dersler dışında her hafta Berlin Filarmoni Orkestrası’nın konserlerine gitmek zaruriydi. O muhteşem orkestranın şefi Herbert Von Karajan’ı, Sir Georg Soltiyi, Sergiu Celibidacheyi ve Carlo Maria Guilini’yi ilk defa Berlin Filarmoni ile dinledim. Ertesi gün konserler üzerine konuşurduk. Ayrıca o tarihte Doğu Berlin’e geçmeye izin alan Rosenwald beş öğrenciyle birlikte bizi Doğu Berlin Müzesi’ne götürdü ve yaşamımdaki en güzel büst olarak etkilendiğim Nefertiti’yi orada gördüm. Sonra Fransa Alsace Lorraine, Gunsbach’da Schweitzer’in evini ziyaret ettik ve onunla Lambarene’de kurduğu hastanede çalışmış olan kontesle söyleşi yaptık. Çalışma masası ve yanda bir sandık içinde bulunan org notalarından çok etkilenmiştim. Daha sonra Strasbourg’da İnsan Hakları Mahkemesini gördük. Bundan sonra bir ay İsviçre Churwalden’da College’ın merkezine döndük ve yaşadıklarımızı seminerler içinde paylaştık.

Bunun ardından Almanya’nın güneyinde Kara Ormanlar’ın yakınında Überlingen, Bodensee’de Avusturyalı pedagog ve Schweitzer’in dostu Ludovica Hainisch ile Schweitzer’in felsefesi ile Almanca ve Fransızca derslerine devam ettik. Hans Rosenwald Hoca’mız, bir insanın insanlığı anlamasının ve sonunda hizmet edebilmesinin ancak insanlık kültürünü özümsemesiyle gerçekleşebileceğini benliğimize yerleştirdi.

İkinci dönem staja ayrılmıştı. Ben stajımı Cenevre’de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yıkılmış Kuzey Avrupa’da Gençlik Köyleri oluşturarak yerleşkelere yardım götüren ve daha sonra bütün hizmet programlarına örnek oluşturan Litvanyalı hümanist Felicitas Scheffler’ın denetiminde,  l'Institut Africain de Genève’de başkan olan Rene Wadlow ile yaptım. Birleşmiş Milletler dâhil, Dünya Sağlık Örgütü, Kızıl Haç gibi kurumların oluşturdukları,  gelişmekte olan ülkelerdeki yabancı yardım örgütlerinin sorunları ve onlara gösterilen tepkiler ile ilgili okulu bitirme tezimi tamamladım. Avrupa’da geçirdiğim 1969-1970 akademik yılı, içerdiği çok karmaşık yaşantılar açısından akademik hayatımda büyük izler bırakan bir yıldır’’.

Türkiye’ye dönüş

Okul bitiyor ve artık Türkiye’ye dönme vakti geliyor. Bir ürolog ve cerrah olarak Johns Hopkins Üniversitesi’nde araştırmalar yapmış ve Chicago College of Sugeons’dan ödül alarak vatandaşlık teklif edilmiş, fakat bunu “Sizin New York Fifth Avenue’daki zenginliğiniz benim ülkemin tümünü aşabilir; ama ülkem bana bir kuru dilim ekmek verse bile oraya hizmeti bir borç bilirim” diyerek ret edip ülkesine dönen babasının isteğini kırmayarak Türkiye’ye hizmet amacıyla dönen Güzver Yıldıran, 1971-1973 tarihleri arasında Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nde Klinik Psikoloji alanında Uygulamalı Psikoloji dalında yüksek lisansını tamamlıyor.

Ardından 1973’te Milli Eğitim Bakanlığı bursu ile Chicago Üniversitesi’nde Eğitim Psikolojisi dalı, Ölçme Değerlendirme yan dalında, eğitim psikolojisi alanında ünlü bilim insanı Profesör Benjamin S. Bloom’un öğrencisi olarak 1977’de doktorasını tamamlıyor. 1978-1979 akademik yılında, Chicago’da sosyal bilim alanlarındaki araştırmaları destekleyen Spencer Foundation’da araştırma değerlendiricisi olarak çalışıyor ve Northwestern Universitesi’nde eğitim psikolojisi ve ölçme değerlendirme dersleri veriyor. 1979-1980 akademik yılında Chicago’daki Roosevelt Üniversitesi Araştırma ve Geliştirme Merkezi’nde proje geliştiricisi olarak çalışıyor ve lisans düzeyinde dersler veriyor.  1980’de bu kez kesin olarak Türkiye’ye dönüyor ve Boğaziçi Üniversitesi’nde çalışmaya başlıyor. 1984’te doçent, 1991’de profesör unvanlarını alan Yıldıran, 1995 yılında da ABD Puget Sound Üniversitesi’nden, ‘Öğretim ve araştırmalarda gösterdiği mesleki başarı ve uluslararası konferanslardaki bilimsel katkıları” nedeniyle ‘Akademik Fahri Doktora’ unvanı ile ödüllendiriliyor.

Boğaziçi’nin kurumsal tarihinin oluşumuna ve belgelenmesine olan katkıları

Prof. Dr. Güzver Yıldıran, Eğitim Fakültesi Dekanlığı başta olmak üzere üniversitede idari görevler açısından faal bir çalışma hayatına sahip olmuş bir eğitimci. Yıldıran’ın Boğaziçi Üniversitesi’ne katkılarının en somut örneklerinden biri, bugün de kurum tarihi için temel bir kaynak olma özelliği taşıyan ve kurucularımızın katkıları, Eğitim Fakültesi'nin nasıl oluşturulduğu, fakülte kurulurken programların üniversite içi hangi kararlar ve hangi kanunlarla işlerlik kazandığı, giren öğrenci ve mezun profilleri gibi bilgileri içeren, "Kuruluşlar, Oluşumlar, Veriler: Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Fakültesi'nin Profiliyle Hikâyesi" (2011) başlıklı kitabı. Buna ek olarak, kurumsal sözel tarihi korumak ve aktarmak amacıyla, Güzver Yıldıran dekanlığı sırasında sağ olan kurucularımızdan Hikmet Sebüktekin, Vedat Yerlici, Ahmet Koç, Haluk Beker, Yüksel İnel, Oya Başak ile Rektörlerimiz Semih Tezcan, Ergün Toğrol, Üstün Ergüder, Sabih Tansal, Ayşe Soysal, Kadri Özçaldıran ve Eğitim Fakültesi kurucularından Necla Öner, Rıfat Okçabol, Gülçin Alpöge ile önceki Eğitim Fakültesi Dekanları Cem Alptekin ve Ali Baykal’ın Eğitim Fakültesi’ndeki söyleşilerinin video kayıtlarını fakülte linkine koyuyor.   

Okul Ortamında Öğrenme ve Edim Düzeyleri ile Erken Çocuklukta Etkinlik Gelişimine yönelik öncü araştırmalar

Güzver Yıldıran’ın bilimsel çalışmaları eğitim psikolojisi, ölçme-değerlendirme, araştırma yöntemleri ve eğitimin insan hakları arasındaki yeri konuları üzerinde yoğunlaşıyor. Yıldıran’ın çalışmaları iki ana alanda yer alıyor. Birincisi, insan edim düzeyleri ve özellikle öğrenci başarısını etkileyen zeka ve yetenek gibi kısmen kalıtımla ilgili olduğu düşünülen değişmesi zor değişkenler yerine, öğrenme ortamına bağlı, değişebilir, öğrenilebilir, öğretilebilir değişkenlerin öğrenme düzeyleri üzerindeki etkilerine odaklanıyor. Diğer çalışma konusu ise çevresel etkenlerin erken çocukluktaki sosyo-duygusal, bilişsel, algısal-devimsel (psikomotor) ve dil gelişimi edim düzeylerine etkisi. Yıldıran, bu çalışma alanını şöyle anlatıyor:

 ‘’ABD’de Roosevelt Üniversitesi Araştırma ve Geliştirme Merkezi’nde çalışırken yoksul çevrelerde yaşayan 3-6 yaş arası çocukların yoksulluk ve yoksunluktan etkilenmemesi için geliştirilmiş bir okulöncesi eğitim programı olan Head Start çerçevesinde Chicago şehri için program uzmanı olarak hizmet vermiştim. Chicago’da Department of Human Services, Children and Youth Services Division, Roosevelt Üniversitesi Araştırma ve Geliştirme Merkezi içinde benden okulöncesi dönem çocukları için bir ölçme ve değerlendirme aracı geliştirmemi istedi. Ben de erken çocuklukta kullanılan zeka veya yetenek testleri yerine “etkin çocukta yüksek edim düzeyi olarak belirlediğimiz alanlar nelerdir?” sorusuyla çalışmaya başladım. Bu alanları, alan yazından yararlanarak öğrenme hedefleri haline getirdim ve böylece hem bir ölçme ve değerlendirme aracı hem de bir eğitim programı oluşmaya başladı. Roosevelt Üniversitesi de tanıtım amacıyla erken çocukluk dönemi öğretmenlerine bu konuda iki konferans düzenledi. O sırada Türkiye’ye döndüm ve bu çalışma tamamlanamadı. Üniversitemizde bu çalışmalara 34 yıl devam ettim ve ilk önce Türkçe OHDİDA olarak aracı ve eğitim programını genişlettim (Okulöncesi Hedeflerine Dönük İzleyici Değerlendirme Aracı ve Eğitim Programı), sonra İngilizce FETAPO olarak paralelini tamamladım. Üniversitemiz de 2014 yılında üç cilt olarak bu çalışmalara Kültür Bakanlığı’ndan Fikir Hakları kapsamında tasdik aldı. Halâ üzerinde çalışıyorum. Yedi ciltlik tasarlanmış bu çalışmanın beş cildi yayıma hazır. Umarım kısa zamanda basılır.  Boğaziçi Üniversitesi’ne 1980’de geldikten sonra, ülkemiz ve ABD’de araç ve program üzerine yaptığımız araştırmalar, öğretilebilir davranışlara dönüştürülmüş hedeflere göre eğitim verdiğimizde, alt ve üst sosyo-ekonomik grup çocuklar arasında fark kalmadığını gösteriyor. Bu çok ümit verici çünkü insanlar bu yolla demokrasi ve eşitlik gibi kavramlara gerçekten eğilirse, dünyadaki insan nüfusunun büyük bir çoğunluğunun yüksek edim düzeyine ulaşması uzak bir ideal olmaktan çıkabilir’’.

Bir mükemmeliyet merkezi olarak Boğaziçi Üniversitesi

Boğaziçi Üniversitesi’nin 1981’de YÖK kurulduktan sonra dönüşüm sürecini izleyen ve idari sorumluluklar alan Güzver Yıldıran bu döneme dair görüşlerini ise şöyle paylaşıyor;

‘’Bir ülkenin uygarlık düzeyi yapılanların kayda geçirilmesiyle yakından ilgili. Bir kurumun, bir birimin tarihçesi,  geçmişte olanları yansıtmanın yanında yapılması gerekenlere işaret eder. Yapılacaklar, yapılanlardan çok farklı bir çerçevede planlanmış olabilir. Yine de farklılığın mantığı ancak daha önce yapılanları bilmekle anlaşılabilir. Değişiklik ve düzeltmelerin, hangi çerçeveler içinde yer aldığını bilmek ise sürekliliği sağlar. Boğaziçi Üniversitesi, değerleri evrensel olan bir kurum ve bu değerleri 1863'ten beri, 1971-76 arasındaki geçiş döneminde olduğu gibi 1982’deki yapısal değişim sürecinde de koruyabilmeğe çok emek verdi. Türkiye'de çok farklı süreçler yaşandı ama Boğaziçi niteliğini kaybetmedi, çünkü evrensel değerleri içinde tutmayı başardı. Bu değerlerden biri, önce Robert Kolej Yüksekokulu sonra da Boğaziçi Üniversitesi adını alan bu akademik kurumun, bir ‘mükemmeliyet merkezi’ olmaya çalışması.”

“Bu terminoloji, sevgili Üstün Ergüder Hoca’mızın rektörlüğü sırasında Stratejik Planlama Komisyonu adıyla kurduğu ortamda oluşturuldu. Mükemmeliyet merkezi, iki anlama geliyor, kanımca. Birincisi en etkin öğrenciyi alarak ülkesine ve dünyaya katkı yapabilecek en etkin düzeyde hizmet verebilecek, etik ve estetik değerlere sahip bir insan olarak yetişmesine olanak tanıma ve yardımcı olma. İkinci olarak da evreni anlamaya çalışırken, merakımız sonucu sonsuz olasılıktaki sorudan insan yaşamına sığacak birkaçını, bilimin ulaştığı epistemolojik düzeyde özgün araştırmalarla yanıtlamaya emek verme ve elde edilen sonuçları dünyayla paylaşma. Bunun yanında üniversite olarak, topluma hizmet ile toplumsal gereksinimlere teknolojiden de yararlanarak, hatta üreterek yanıt vermeye çalışma, başka bir deyişle uygulamaya dönük çalışmalar. Basit bir ifadeyle, hem etkin,  hem de etik ve estetik değerlerle bezenmiş nesilleri yetiştirmek ve temel bilimsel araştırmalar ile uygulamaya yönelik çalışmaları ülkemize ve dünyaya katkı yapacak düzeyde oluşturmak, mükemmeliyet merkezi ifadesini tanımlıyor. Çok özverili çabalar verilen bu dönemde Boğaziçi Üniversitesi’nin ne kadar müstesna bir kurum olduğunu bugünkü kuşakların da anlaması çok önemli, zira Boğaziçi kurum olarak bunları gerçekleştirmeye emek veren müstesna bir ortam.”

1980 askeri darbesi ve ardından 1981’de YÖK’ün kurulması sonrasında yeni sürece uyum sağlanması adına üniversitede önemli yapısal süreçler yaşanıyor. Bu sancılı dönemde de görev yapan Prof. Dr. Yıldıran, Boğaziçi Üniversitesi’nde 1980 sonrası döneme dair izlenimlerini ve üniversite yönetiminin bu zor süreçte ödün vermediği çalışma ilkelerini şöyle anlatıyor:

“1982 sonrası kendi niteliklerimizi ve değerlerimizi, değişen kanun çerçevesinde nasıl koruyabiliriz sorusuna yanıt aradık. Yeni 2547 sayılı kanun çerçevesinde değerlerimizden ödün vermeden yeni yönetmeliklerimizi o dönemlerde oluşturmaya başladık. Yeni kurulan Sosyal Bilimler ve Fen Bilimleri Enstitüleri, Araştırma Fonu, Kandilli Rasathanesi’nin üniversitemize bağlanması, Yaz Okulu, Merkezler Komisyonu ile 1982’de kurulan Eğitim Fakültesi’nin akademik anlayışımıza uygun oluşumlar olarak işlev görmeleri ve hizmet vermeleri için büyük çabalar gösterildi. Bizim Senato’muz aynı zamanda Türkiye'ye örnek olan şablonları oluşturdu, çünkü orada hepimiz kendi düşüncelerimizi ve gördüğümüz eksiklikleri dile getirir, çok farklı fikirler ortaya atılır, sonunda çelişkileri olabildiğince gideren sentezler oluşur ve onlar kararlar olarak ortaya çıkardı. Otuz dört yıl farklı kurullarda çalışmama rağmen, Boğaziçi Üniversitesi'ndeki idari kurullarda taraf tutan, niyetle olumsuzluk oluşturan ortamlara rastlamadım.

İstanbul Teknik Üniversitesi’nden Rektör olarak üniversitemize atanan Ergün Toğrol Hoca’mızın tepkilerle karşılaştığı bir gerçek. Ancak üniversitemize büyük hizmetler sunduğu da bir gerçek. Rektörlüğü sırasında, Kuzey Kampüs, Hisar Kampüsü, Kilyos, üniversitemize bağlı hale geldi ve işlerlik kazandı; öğretim üyeleri ve öğrencilerimizin çok sevdiği açık havuz ve çevresi tamamlandı. Aşağıda beyaz köşklerden birinde konuşlanan ve 1973’te geçiş dönemlinde kurulmuş bulunan Eğitim Bölümü, 1982’de Eğitim Fakültesi haline gelince, biz de 1985’te Kuzey Kampüse taşındık. Hummalı bir oluşumlar süreci başladı ve tek bölüm önce üç, sonra beş ayrı bölüme çıktı. Fakülte binasının açılışına Bakan Kaya Erdem’in geldiğini anımsıyorum.

 

1992’de üniversitemiz yeni bir oluşumla Türkiye’ye örnek oldu. Boğaziçi kendi rektörünü seçmek istiyordu. Böyle bir süreç, bütün üniversiteleri etkileyen sonuçlar dizisini oluşturdu.  Biz rektörümüz olarak 7 Ağustos 1992’de Üstün Ergüder Hoca’mızı seçtik. Hoca’mızın döneminde, karardan etkilenenlerin karar verme sürecine katılımlarını sağlayan kurullar oluşturuldu, yeni yönetmelikler yazıldı, akademisyenlerin karar mekanizmaları içinde yer almaları, Bölüm Kurulları, Fakülte Kurulları ve geçici ve sürekli komisyonlarla desteklendi. Tepeden aşağı yönetim yerine ‘yönetişim’ yaklaşımı ve dönüt-düzeltme sistemleri oluşturuldu. Karar mekanizmalarına istekli katılım arttı. Bir de tabii orgumuz tamir oldu, Albert Long Hall, iskemleleri ile mümkün olduğu kadar orijinal haline getirildi ve Üstün Ergüder’in adını taşıyan orta saha, çamur deryasından şimdiki yeşil haline dönüştü. Onun başlattığı Super Dorm inşaatı, Sabih Tansal Hoca’mız zamanında tamamlandı. Sonra Ayşe Soysal Hoca zamanında Kuzey Kampüs yıkılarak depreme dayanıklı hale getirildi, kapalı havuz yapıldı. Benim gençlere tavsiyem, üç rektörümüzün, Üstün Ergüder, Ergün Toğrol ve Semih Tezcan Hocalar’ımızın yazdıkları, rektörlükleri süresinde yaşadıklarını çok farklı yaklaşım ve biçemlerle, vizyon, anı ve yorum veya günlük olarak ele aldıkları kıymetli kitapları okumaları. Orada yalnız üniversitemizdeki akademik yaşama ait bilgi yok; üniversitemizin özellikle Avrupa ve Balkanlar olmak üzere, ABD de dâhil akademik dünyadaki yeri, rektörlerimizin özellikle Balkanlar ve Avrupa’daki kurullarda başkanlar olarak katkıları ve ülkenin o dönemdeki durumu ile ilgili önemli bilgiler mevcut.

Örnek yönetişim modeli

Üstün Ergüder döneminde, yönetişim paradigması içinde bir örnek vermek faydalı olabilir. Bir Senato toplantısında Akın Tezel Hoca’mız, kataloglarımızın tümsel bir yaklaşımı yansıtmadığını, bunların bir uyum içinde yazılmasının üniversitenin imgesi açısından önemli olduğunu belirtti. Uzun tartışmalardan sonra Akın Tezel Hoca’mızın başkanlığında bir komisyon oluştu. Yorgo İstefanopulos, Işıl Öner, daha sonra, Sumru Özsoy, Bülent Sankur ve Yani Skarlatos bu meşakkatli komisyonda görev aldık; Akın Hoca’mızdan sonra Yorgo, sonra da ben başkanlığını yaptık. Düşünün, her bölüm ve birimin her dersini içeren kataloglarda yer alan dersler, önce komisyona geliyor, biçeme uygun hale getiriliyor ve sonra Senato’muzun onayına sunuluyor. Hepimiz komisyon dışı, yılda onlarca saat düzeltme yapıyor, komisyonda düzeltmeler tartışılıyor, sonra tekrar Senato’da son öneriler için ele alınıyordu. Gerçek bir akademisyenin has özelliği olarak ayrıntılara önem veren Akın Hoca’mızın başkanlık dönemi çok zevkliydi. Toplantılarda yakın ve sevgili arkadaşım Yorgo İstefanopulos ile bir sözcük üzerine bile çok uzun tartışırdık. Akın Hoca’mıza da “Hocam siz kendinizi hiç yormayın, hemen size bir kahve getiriyorum. Biz metinleri tamamlayınca derhal sizin onayınıza sunacağız” derdik. Bugün bile halâ Yorgo’cuğum ile bunları sevgi ve özlem içinde anımsar, güleriz.  Ama işte katalogların düzgün ve tek bir formatta çıkması için bu çabalar gerekiyor.”

Etkin ve etik ve estetik değerlerle donatılmış öğrenci yetiştirmek

Boğaziçi Üniversitesi kültürünün en temel esaslarını oluşturan konuların başında araştırma ve bilgi üretiminin geldiğini belirten Yıldıran şöyle devam ediyor:

‘’Araştırma, evreni anlamak için insanların bilimsel süreçleri kullanarak sordukları sorulara yanıt aramasıdır; bu nedenle bir üniversitenin vazgeçilmezidir. Boğaziçi Üniversitesi özgün ve dünyaya katkı yapan araştırmaları üreten akademisyenlerle, edim düzeyi yüksek, etik ve estetik değerlere sahip öğrenci yetiştiren bir kurum. Bunun için hem öğretim üyeleri alınırken çok özen gösterilmiştir ve çeşitli ölçütler oluşturulmuştur hem de öğrencilerimiz sınava giren çağ grubunun en yüksek yüzde bir veya daha azından gelir. Boğaziçi Üniversitesi bu nitelikleriyle birçok üniversiteden kıyaslanamayacak kadar farklı, az sayıda üniversite ile de benzer yaklaşımı paylaşıyor.

 

Robert Kolej kurulurken Cyrus Hamlin burayı ‘Ortadoğu'da bir Harvard Üniversitesi’ olarak düşünmüş. Ancak Harvard ve Boğaziçi Üniversitesi'nin oluşum ve özellikle de değişim süreçleri kıyaslandığında, Boğaziçi Üniversitesi'nin çok daha büyük bir özveriyle süreklilik sağladığı görülecektir. Boğaziçi'ne katkı yapan hocalarımız dünyanın her yerinden çağrılmalarına rağmen bu üniversitede kalmayı ve bizim öğrencilerimizi dünya düzeyinin üzerinde yetiştirmeyi seçtiler.’’

 

Boğaziçi Üniversitesi’nin etik insan yetiştirmeye gösterdiği özeni vurgulayan Yıldıran, ‘’ Bir ‘3E’ kuralım vardır, bir insanı değerlendirmek için bana göre üç ölçüt yeterli: Etkinlik düzeyi, etik düzeyi ve estetik düzeyi. İlk ikisinin önemi çok açık. Ancak estetik düzeyin de o kadar önemli olduğunu düşünüyorum.  Niteliklerin uyum içinde bir tümü oluşturması ve bunun insan yaşamının her boyutuna yansımasından söz ediyorum. Bu tabii ilişkiler ve iletişimi de kapsıyor.  Hatta duygularımızın düzeni ve ifadesini de içeriyor diye düşünüyorum. Etkin, etik ve estetik insan yetiştirmeye özen göstermek gerekli. Boğaziçi Üniversitesi de etik insan yetiştirirken, dünyaya karşı saygı ve kaygı duyan, evreni anlamaya özen gösteren, gezegen olarak dünyanın tüm yaşayanlarıyla birlikte sürdürülebilirliğini sağlamaya çalışan ve insanlığa ve yaşayanlara katkı yapacak bilim ve sanat ürünleri oluşturmayı amaçlayan insanlar yetiştirmeyi amaçlar,’’ diyor.

Sanat ve Bilimin buluştuğu nokta

Yaşamını eğitime vermiş bilim insanı Güzver Yıldıran, ‘’Konservatuvar mezunu olup da sanat alanına yönelmeyip eğitimci olmayı seçmiş olduğunuz için pişmanlık duydunuz mu?’’ sorumuzu ise şöyle yanıtlıyor:

‘’Sanat da bilim de insanın yaratıcılık süreçlerinin ürünlerini oluşturan alanlar. Örneğin, bir koreografinin çok sayıda teknik yönü var; teknikte üstünlük yoksa koreografi düşer, anlamı ulaşılamaz hale gelir. Ancak olay teknikle bitmez, bitemez. Tekniğin, ideallere ulaşmada tırmanılması gereken bir dağ olduğunu düşünebiliriz. Ancak zirvedeki estetiğin sonsuzluğu, alt ögelerin uyumu ile bize yakınlaşıyor. Elde edilen algı veya düşüncenin, insan aczini aşan bir evreni anımsatması veya oraya pencere açması gerekir, kanımca. Biz ancak bu uyumu gördüğümüzde ve bizi aşan evrene bir an olsun yaklaştığımızı duyumsadığımızda sanatla beraber oluyoruz.  Ama sanatın ortaya çıkması için çok emek gerekli. Baleden örneklersek,  bale sanatıyla yoğrulmuş her insan erken yaşlardan itibaren ayakları kanayana, deforme olana kadar çalışmış oluyor. Sanat da bilim de emek istiyor ve kendimizin dışına çıkarak evreni merak eden veya yorumlamaya çalışan yaklaşımdan kaynaklanıyor. Örneğin bir makale yazarken onu bir koreografi olarak da düşünebiliriz.

Herkes İrlandalı yazar James Joyce’un ‘Ulysses’ adlı eserini sever ama ben ‘’The Portrait of An Artist as a Young Man’’ eserini daha çok severim. Orada diyor ki, bir sanat eserini değerlendirmede dört ölçüt söz konusu olabilir:

Birincisi ‘’claritas’’, başka bir deyişle eserin berraklığı, güneş vurmuşçasına bütünün parlaklığı, açıklığı.   İkincisi ‘’integrates’’, başka bir deyişle parçalarının bir bütünü oluşturmada bir araya gelmesi ve evrende yalnız ve yalın olarak o bütünü oluşturması. Bu da “unitas”, tümsellik, bütünlük, tekillik, bir olurken biricik olma kavramını kapsıyor. Sadece o esere özgü olarak öyle bir şekilde birleşecek ki parçalar, bir bütünlük ortaya çıkacak. Son olarak da ‘’consonantia’’, bütünün bir ahengi yansıtma gücü. Kanımca bu ölçütler yalnız sanat için değil, insanlığın bilim alanları dâhil ürettiği tüm eserler için geçerli. Hatta bu dört ölçüt insanları değerlendirmemiz için de kullanılabilir.

Tam olarak mükemmeliyet merkezi olma veya yukarıdaki ölçütlere erişme diye bir şey yok; bunlar ulaşılabilir sonuçlar değil tabii. Sadece yürümeye azmettiğimiz yolun haritası. Amaca erişilemeyeceğini bilerek ve kabullenerek o dikenli yolu yürümeğe azim gösterme ise insanlar ve insanlık için ulaşılabilecek en yüce ve en aciz nokta, kanımca.