Prof. Dr. Özer Ertuna: ‘’Her öğrencinin içinde bir cevher var; iyi hoca onu bulup çıkarandır’’

Prof. Dr. Özer Ertuna yarım asrı geride bırakan hocalık mesleğinde Boğaziçi Üniversitesi’nin temel değerlerine harç koymuş; mesleğine tutkuyla bağlı duayen bir eğitimci. Ertuna, yeniliklerin peşinde koştuğu eğitimcilik serüveninde Syracuse Üniversitesi’nden, New York Eyalet Üniversitesi, Robert Kolej Yüksek Okulu ve Boğaziçi Üniversitesi’ne uzanan yolculuğundan kimi kesitleri bizlerle paylaştı.

Prof. Dr. Özer Ertuna yarım asrı geride bırakan hocalık mesleğinde Boğaziçi Üniversitesi’nin temel değerlerine harç koymuş; mesleğine tutkuyla bağlı duayen bir eğitimci. Covid-19 salgınının devam ettiği bu süreçte Zoom üzerinden yaptığımız söyleşiye ‘’Covid-19 bizi teknolojiye hızlı uyum sağlamaya zorladı. Ama bir gün bile zaman kaybetmedik. Öğrencilerimle hiç aksatmadan derslere devam ettik; yeniliklere hep beraber adapte olmayı becerdik’’ diyerek son derece pozitif bir tonda başlıyor. Şunu da ekliyor hemen ; ‘’Fakat eve kapandığımız bugünlerde en önemli eksiklik bence öğrencilerimin gözlerindeki o parıltıları görememek oldu, aramıza ekran girdi’’.

Yeniliklerin peşinde yarım asırdır koştuğu eğitimcilik serüveninden kimi kesitleri bizlerle paylaşan Prof. Dr. Özer Ertuna’nın Syracuse Üniversitesi’nden, New York Eyalet Üniversitesi, Robert Kolej Yüksek Okulu ve Boğaziçi Üniversitesi’ne uzanan hocalık öyküsünü tüm boyutlarıyla ortaya koymak bu yazının sınırlarını aşıyor.  Yine de sınırlı sürede kendisinden Robert Kolej öğrencisi olarak eğitim hayatında karşısına çıkan fırsatları nasıl değerlendirdiğini; Boğaziçi Üniversitesi’nin 1971’de bir devlet üniversitesine dönüşüm hikâyesindeki tanıklıkları dinledik. Ama en çok gençleri, öğrencilerini konuştuk. Bu kuşağın gençlerinin hayalleri ile karşılaştıkları gerçekler arasındaki uçurumu; buna rağmen daha iyi bir eğitim ve daha iyi bir dünyanın mümkün olması gerektiğini konuştuk.

Özer Ertuna üniversite dışında da, yönetim kurulları başkanlıkları, baş danışmanlıklar, genel kurullar gibi son derece önemli ve kritik alanlarda yaptığı hizmetlere rağmen hocalık şapkasını hiçbir zaman terk etmedi. Bu nedenle iyi bir eğitimin nasıl olabileceğine dair dile getirdiği şu görüşler sanırız her zaman güncelliğini koruyor:

 ‘’Biz eğitim derken herkesi aynı kalıba sokmak istiyoruz. Eğitim bu şekliyle öğrencinin yaratıcılığını yok ediyor. Oysa her öğrencinin keşfedilmemiş bir cevheri var. İyi bir hocanın görevi bu cevheri ortaya çıkarmaktır. Hoca görevini şevkle, aşkla yapıyorsa o sınıfta kötü öğrenci yoktur’’.

Edirne’den Amerika’ya; Cornell Üniversitesi’nden Boğaziçi’ne

Özer Ertuna aslında eğitmenlik kariyeri kadar öğrencilik döneminde de son derece parlak bir isim. Edirne’de çok başarılı bir lise öğrencisiyken önce bir yıllığına AFS bursuyla ABD’ye giden Ertuna, Türkiye’ye döndükten sonra 1959 yılında Edirne Lisesi’ni ziyaret eden Robert Kolej Yüksek Okulu Müdür yardımcısının dikkatini çekiyor ve onun önerisiyle o yıl açılacak İşletme bölümünü kabul ederek tam burslu yatılı öğrenci olarak Robert Kolej’e geçiyor.

Bu, aynı zamanda hayatının en önemli dönemeçlerinden biri. Aklında önceleri mühendislik okumak varken daha sonra İşletme eğitimine devam etmeye karar veren Ertuna, okulu bitirdikten sonra 1963-1967 yıllarında Cornell Üniversitesi’nde master ve doktora eğitimi görüyor. Cornell Üniversitesi’nde dört yıllık başarılı bir akademik tecrübe ardından öğrencisi olduğu okula, Robert Kolej’e 27 yaşında hoca olarak dönüyor. Hocalık hayatının başından bugüne öğrencileriyle sevgi ve saygı temelli yakın ilişkiler kuruyor.  Öğrencileri koridorlarda “Özer Abi” diye seslenirlerken sınıfa girince “sör” diye hitap ediyorlar.

‘’Akademik hayat soru işaretleri peşinde koşmaktır’’

Robert Kolej’in Boğaziçi Üniversitesi’ne dönüşmesi, hazırlık dönemi ve 1971 – 1978 dönemine tanıklık eden Ertuna o günleri şöyle anlatıyor:

‘’Bir devlet üniversitesi olunca başka bir ortamın içine girmiştik.  Bu ortam bize uymuyordu.  Yeni sistem içinde özelliklerimizi korumak için çaba gerekiyordu.  Türkiye üniversite sisteminde kadrolar ve unvanların bizim anladığımızdan çok farklı bir işlevi vardı. Sistem kadrolar ve unvanlar arasında aşılması zor duvarlar örüyordu.  Sistem ordudaki rütbeler gibi işlev görüyordu.  Kaba bir benzetmeyle, doçent profesör önünde, asistan doçent önünde düğme ilikliyor, kimse fikrini söyleyemiyordu.  Bizim görüşümüze göre ise akademik hayat soru işaretleri peşinde koşmaktı.  Fikirlerini açık seçik ortaya koymak, tartışmaktı.  Kıdemlinin deneyimleriyle, gençlerin heyecan ve yeteneklerini buluşturarak çözüm aramaktı’’.

Boğaziçi’nde öğrenciler için bilgisayar laboratuvarlarını kuruyor

Özer Ertuna,  Boğaziçi Üniversitesi’nde o zamanki adıyla İdari Bilimler Fakültesi’nin 1978 yılı ara seçimlerinde dekan oluyor;  1979 senesi olağan seçimlerinde de oybirliği ile tekrar dekan seçiliyor. Dekanlığı döneminde yurt içinde üniversiteler arası önemli işbirliklerine, yurtdışında da çeşitli akademik etkinliklere imza atıyor. BÜMED ve 1987’de Kampus A.Ş adıyla kurulan ve daha sonra BÜYEM adını alan kurumların ilk harcını koyan isimlerden biri olan Prof. Ertuna, Boğaziçi Üniversitesi’ndeki en önemli çalışmaları arasında eğitim teknolojisini geliştirme çabaları geliyor. Bu çabalar sayesinde Boğaziçi’nde öğrenciler için bilgisayar laboratuvarları ilk kez 1986 yılında, Türkiye’deki pek çok üniversiteden önce, kuruluyor.

90’ların başında üst düzey bürokrat olarak görev yapan Özer Ertuna bu dönem Sermaye Piyasası Kanunu’nun yenilenmesi ve özelleştirme konusunda model oluşturulması gibi çalışmalar yürütüyor. Sümer Holding Yönetim Kurulu üyesi ve kısa bir süre Yönetim Kurulu Başkanı olarak görev yapıyor. Farklı alanlardaki hizmetlerine rağmen 2007’de Boğaziçi Üniversitesi’nden emekli olana dek asıl şapkasını yani hocalığı hiçbir zaman bırakmıyor.

‘’Boğaziçi hedeflerimi uygulama şansı bulduğum bir laboratuvar oldu’’

Özer hoca ile Boğaziçi Üniversitesi’nde 50 yılı aşan eğitimciliği üzerine konuşurken 1967’ye dönüyoruz: ‘’Cornell Üniversitesi’nden 1967’de Boğaziçi’ne hoca olarak geldim. Ülkeme dönerken tüm varlığımla, Türkiye’nin beni beklediğine, eğitime yapacağım katkılarla ülkeme olan borcumun bir kısmını ödeyeceğime inanıyordum.  Bu inancımda haklı mıydım?  Gerçekten, hayallerimi gerçekleştirebildim mi?  Bilmiyorum.  Ama hiç pişman olmadım.  Boğaziçi’nin dönüşüm sürecinin içinde olarak ve sürece katkılar da bulunarak yaşadık. Boğaziçi Üniversitesi’nin eğitimde her zaman öncü olmasını istedik ve bunun için çalıştık. Düşüncelerimi, eğitimle ilgili hedeflerimi uygulayabilmek adına Boğaziçi bu hedefleri uygulama şansı bulduğum bir laboratuvar oldu benim için’’.

‘’Standartlaşmış yaklaşımlara değil, ferdi eğitime ihtiyacımız var’’

 

Eğitim teknolojileri alanında Boğaziçi’nde 80’li yılların başından itibaren yapılan yatırımların çoğunda Özer Ertuna’nın imzası yer alıyor. Eğitimde teknoloji kullanımı özellikle pandemi döneminde bu kadar öne çıkmışken Özer Hoca’ya soruyoruz: ‘’Eğitimde değişimi yakalamak için siz 80’lerden beri çalışıyorsunuz. Bu çalışmalar bugün de güncel. Sizce eğitim nereye doğru ilerleyecek?’’

‘’Günceli yakalamak çok önemli. Dünya değişiyor, değişen bu dünyada her şey değişiyor. Eğitim de bu değişimin içinde. Biz her zaman iyisini aramak zorundayız. Bunu devamlı tartışmak ve denemek zorundayız’’ diyor Özer hoca.  ‘’Ancak şu anda maalesef eğitim, teknolojik gelişmenin hızına kendini uyduramıyor. Evet, koronavirüs bize adaptasyon gücümüzün iyi olduğunu gösterdi ama bu yetmez. Çok daha fazla deneme yapmalıyız. Yüz yüze eğitim ile yeni teknolojiyi nasıl bütünleştiririz ve böylece nasıl daha iyi bir eğitime ulaşırız konusunda düşünmek mecburiyetindeyiz. Mevcut eğitim sistemimiz İkinci Sanayi Devrimi’nin sonucu olan standartlaşmış bir eğitim. Bu sistemde herkesi aynı kalıba sokulmak isteniyor. Bizim ferdi eğitime yönelmemiz lazım. Ben her öğrencide bir cevher olduğunu düşünüyorum. Gençlerimiz çok iyi ama bizim gençlerimizi aynı kalıba sokmamız doğru değil. Oxford University, Martin School gibi kuruluşlar bugün eğitim görenlerin en az yüzde 50’sinin gelecekte çok farklı mesleklerde çalışacağını iddia ediyor. Çünkü bugün mevcut olan meslekler eriyor, yok oluyor. Yeni mesleklerin yeni doğacak ihtiyaçları karşılaması lazım. Dolayısıyla şu anda bir yol ayrımındayız; ya güzel bir dünya kuracağız ya da dünyamız daha kötü bir yöne gidecek. Buna yön vermek bizim elimizde’’ diye ekliyor.

‘’İyi hocanın olduğu yerde kötü öğrenci olmaz’’

Peki, böyle kritik bir dönemde eğitim alanında nasıl bir yaklaşımı benimsersek daha iyi bir dünya kurabiliriz?

‘’Ben eğitimci olarak karşımdakilere sadece öğrenci olarak bakmıyorum. Sadece her öğrenci değil, her insan bir cevherdir.  Farklı üniversitelerden meslektaşlarımla konuşurken bana zaman zaman şöyle derler; ‘Boğaziçi Üniversitesi olarak siz öğrencinin en iyisini yani kremanın da kremasını alıyorsunuz zaten. Öğrencilerin ne durumda olduğunu nereden bileceksiniz!’. Bakın, ben yeni kurulmuş bir üniversitede birkaç yıl ders de verdim, stratejik komisyonlarında da çalıştım.  En düşük puanla girmiş öğrencinin aldığı puanın yeteneğini gerçek anlamda göstermediğine tanık oldum. O öğrencilerim arasından eğitimine yurtdışında devam edenler ve çok başarılı olanlar oldu, İyi hocanın olduğu yerde kötü öğrenci olmaz. Hoca her öğrencideki cevheri çıkarmakla görevlidir. Hoca görevini şevkle, aşkla yapıyorsa orada kötü öğrenci yoktur.

Teknik, insan odaklı ve sanatı kapsayan bir eğitim modeline ihtiyaç var

‘’Nasıl daha iyi bir eğitim konusuna gelince; benim inancıma göre eğitimin üçte birinin teknik eğitim, üçte birinin insan odaklı olmayı öğrenmemiz için Humanities, geriye kalanının ise sanat eğitimi olması lazım. Teknoloji önemli çünkü bizim sırtımızdan hamallıkları alacak ve geriye yaratıcı işler kalacak. Yaratıcılık tarafımızı geliştirmenin yolu da sanattır. Eski Robert Kolej döneminden bugüne dek gelen ve hala devam etmekte olan geleneğimiz sayesinde bugün de çocuklarımız sanatla iç içe ve çok başarılılar. Kendi kurdukları kulüplerde çok güzel işler yapıyorlar. Bugün tiyatro ortamında öne çıkan büyük isimlere bakın, hepsi de Robert Kolej’in kulüplerinden yetiştiler’’.

‘’Teknolojide de aynı şekilde en önde gidenin temposunda olmalıyız. Çocuklarımız, torunlarımız bugün yepyeni teknolojik imkânların olduğu bir dünyaya doğdular. Beş yaşındaki torunum bana internet uygulamaları öğretiyor. Fakat teknoloji tek başına her şey demek değil. Japonya’nın iki sene önce başlattığı ‘’Toplum 5.0’’ (Society 5,0) hareketini çok takdir ediyorum. Yani teknolojik gelişmeyi insan odaklı olarak kullanma çabası çok önemli. Çünkü aynı teknolojiyi yok etmeye de var etmeye de kullanabilirsiniz’’.

‘’Dünyanın dertleri çok fazla. İşsizlik, yoksulluk, açlık başta olmak üzere… Bütün bunlar çözümlenebilir, programlar geliştirilebilir. Teknoloji buna imkân veriyor. Ancak teknolojinin insan odaklı kullanılması bu açıdan çok önemli. Üniversiteler bu konuda çalışırken önümüzde çok yeni ufuklar açılıyor. Yeni araştırma imkânları ile karşılaşıyoruz. Yenilikleri denemekten vazgeçmemeliyiz. Öğrencilerimiz de yeniliklere çok açık; birbirimizden yepyeni şeyler öğreniyoruz’’.

Gençler neden mutsuz?

Özer Hoca’ya soruyoruz; ‘’Bu günün gençler artık tanımlanmış bir kariyer ve çok para kazanmak istemiyor ama daha az baskıcı, daha fazla esnek bir iş ortamını tercih ediyor, mutlu olacağı rahat bir hayat istiyor. İşyerinde hiyerarşiyi sevmiyor. Siz yıllarca farklı kuşakları gözlemlediniz, bu değişimi nasıl görüyorsunuz kuşaklar arasındaki?’’

‘’Bugün Milenyum Kuşağı, Y Kuşağı, Z Kuşağı gibi kuşaklar konuşuluyor, kuşaklar hakkında araştırmalar yapılıyor. Bana sorarsanız; kuşaklar arasında aslında çok temel bir fark yok. İnsan insan olarak kalıyor, öyle de kalması lazım. Ama başarı bakımından- başarıyı tanımlamak da güç ama- öğrencilerimiz çok iyi. Bu sene çok mutlu olduğum bir anımı paylaşayım; bir Erasmus öğrencim bana ‘’Ben sizin dersinizi aldıktan sonra dünyaya artık başka türlü bakıyorum hocam’’ dedi. Bu güzel işte! Anlaşılıyor ki o da arayış içine girecek ve daha iyisini, daha güzelini arayacak ve bulacak da. Bundan eminim’’.

‘’Öğrencilerimiz mevcudu olduğu gibi kabul etmiyor, sorguluyorlar. Fakat çok dikkat etmek zorunda olduğumuz bir şey var; gençlerimiz mutsuz. Beklentileri ile gerçek durum arasındaki fark çok büyük. Bu konuyu ciddi ele almamız lazım. Şimdi yeni bir prekarya sınıfı doğuyor. Bu konuda çok önemli kitaplar yazıldı, bizi ikaz edici kitaplar. Buna bir çözüm yaratmamız lazım. Gençlerin heveslerini kırmamak lazım. Beklentiler ve gerçekler arasındaki uçurum onları huzursuz ve mutsuz ediyor’’.

‘’Burada aslında eğitime ihtiyacı olan biziz. Bizim bu aradaki uçurumu daraltmamız, gençlere yeni imkânlar açmamız, yeni fikirleri denemek için fırsat tanımak lazım. Onlar da yetişkin, onlar da arayış içinde ve onlar da daha iyi bir dünya istiyorlar. Şu anda işyerlerinde üç dört kuşak birlikte çalışıyor. Dolayısıyla farklı kuşakların birbirini anlamaları, fikirlere karşılıklı saygı duymaları lazım. Ortak hedeflere ulaşabilmek için bu kuşakların güçlü taraflarını ortaya koydukları, herkesin birbirlerinin fikrini dinledikleri ve birbirlerine saygı duydukları bir ortama ihtiyacımız var’’.

‘Refah toplumuna ulaşmak için ‘’Evrensel Temel Gelir’’ modeline geçmeliyiz’’

‘’Ben yeni gelen kuşağın yetenekleri bakımından bambaşka olduğunu düşünüyorum. Onlardan çok şey öğrenmemiz lazım. Çocuklarımızın yaratıcılığını yok etmemeliyiz çünkü onların ufku çok geniş. Bu ufku daraltmamalıyız. İşler, meslekler çok büyük bir değişim içinde. Yeni iş alanları doğuyor. Çocuklarımızı eskiye göre yetiştirdiğimiz için önemli bir işsizlik meselemiz var.  Üniversite mezunları arasındaki işsizlik her geçen gün tırmanıyor. Buna ilave olarak sevmedikleri işleri yaşamak için kabullenmek zorunda olan gençlerimiz var. Bu da mutsuzluklarının en önemli kaynağı.

Bu bakımdan son zamanlarda ilgilendiğim ‘’herkes için temel gelir’’ konusunu kitap olarak  ‘’Herkese Temel Gelir: Refah Toplumuna Doğru’’ (Arkeopera Yayınları) adıyla yayınladım. Bu konuyu çok önemli bulduğum ve Türkiye’de gündeme girmesi ve tartışmaya başlanması için kitap olarak yayınladım. Bir refah toplumu yaratacaksak temel gelirin bir vatandaşlık hakkı olduğuna inanıp herkese asgari temel gelirin verilebildiği bir toplumsal-ekonomik düzen oluşturmamız gerekiyor’’.

Şimdi yaşadıklarımız da bize bu gerçeği apaçık gösteriyor. Bugün karşı karşıya olduğumuz ve boyutları artan tehditler yepyeni çözümler geliştirmemizi gerektiriyor. İnsanlık bir yol ayrımında: Ya insanlığı yücelteceğiz ya da insanlık acı bir sona yönelecek. Bu kitapta hedefimizin refah toplumunu yaratmak olması gerektiğini savunuyor ve doğru stratejilerle bunu başarabileceğimizi göstermeye çalışıyorum.  Hepimizin bir arayış içinde olmamız, refah toplumu yaratabilmenin yollarını bulmamız gerekiyor.  Ben de bu arayışlara bir katkıda bulunmak istedim’’