Salgın sonrası 'sınırlar kapanacak' demek, ülkeler arası sosyo-ekonomik trafiği yok saymaktır

Dört aydan fazla bir süredir dünya gündemine oturan Covid-19, ekonomik ve toplumsal etkilere yol açmasının yanında siyasi açılardan da tüm kıtaları ve ülkeleri etkilemeye devam ediyor. Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü lisans ve yüksek lisans mezunu olan, şu an ABD’de Güney Dakota Eyalet Üniversitesi’nde görev yapan siyaset bilimci Doç. Dr. Evren Çelik Wiltse (BÜ' 97 & 00); güncel veriler ışığında salgının siyasi etkilerine dair görüşlerini bizlerle paylaştı.

Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden 1997 yılında lisans, 2000 yılında ise yüksek lisans diplomasını alan Doç. Dr. Evren Çelik Wiltse; sosyal demokrasinin yerleşik olduğu ülkelerde sosyal politikaların Covid-19 krizi karşısında daha başarılı performans sergilediğini ifade ediyor. Amerika’nın Covid-19 sınavındaki başarısızlığına dikkat çeken Çelik Wiltse, krizin zaten çok ciddi sürdürülebilirlik problemleri bulunan büyük şehirlerin sorunlarını iyice gözler önüne serdiğini de belirtiyor.

“ABD sağlıkta başarısız bir performans sergiliyor”

İçinde bulunduğumuz salgın dönemini devlet politikalarının perspektifinden inceleyecek olursak nasıl bir tablo çizebiliriz? Örneğin, farklı ülkelerin sağlık ve toplumsal politikalarını birlikte ele aldığımızda “sosyal devlet” olmanın önemi artıyor mı? Bunun yanı sıra milliyetçiliğin ve sınırların kapanma eğiliminin artacağı konusundaki yorumları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Doç. Dr. Evren Çelik Wiltse: Mayıs sonu itibariyle ortaya çıkan bazı verilere bakarsak, şunları gözlemleyebiliriz: Sosyal politikalar pek tabii çok önemli. Yani ülkenin sağlık politikası nasıl? Kriz anında yönetişim kapasitesi nedir? Bu alan kamu yararı gözetlenerek mi düzenlenmiş? Yoksa sadece ticari/kâr amaçlı bir sağlık sistemi mi var? İşsizlik sigortası var mı, yok mu? Bu sigorta işini kaybedenler için yeterli bir gelir sağlıyor mu? Kayıt dışı çalışma oranı nedir? Bu soruların yanıtları da ülkelerin sosyal politikalarının ne kadar başarılı olduğu konusunda bize yol gösterebilir.

Rekor sayıda ölümün olduğu ABD’de sosyal devletin esamesi var mı, işleyen ne var diye sorsanız işsizlik sigortası derim. Kriz başlar başlamaz eyaletlerin çalışma bakanlıkları, işsizlik sigortası başvurularını işleme aldılar. Virüs nedeniyle işini kaybeden milyonlar, haftalık 300-400 dolardan 800 dolara kadar sigorta ödemesi almaya başladılar. Eyaletten eyalete değişiyor miktar. Genel olarak kıyılarda yüksek, güneyde düşük. Ancak bu sınırlı bir sigorta, yaklaşık 6 ay kadar sürüyor en fazla. ABD’de kayıt dışı iş gücü de çok az olduğu için, maaşlı çalışan kesimler içi ciddi bir koruma şemsiyesi oluyor bu sigorta.

Ancak sosyal politikaların bir başka alanına, sağlık sektörüne bakarsak, ABD çok daha başarısız bir performans gösteriyor. Zaten oldukça bölünmüş, aşırı derecede bürokratik, kâr amaçlı ve sıkıntılı olan bu sektör çok kötü bir sınav veriyor maalesef. Genel olarak bakarsak sosyal demokrasinin yerleşik olduğu ülkelerde sosyal politikaların kriz karşısında daha başarılı performans gösterdiğini söyleyebiliriz.

Sınırlar konusunda şunu söyleyebilirim: Kısa vadede insan trafiği yavaşlasa bile artık küreselleşme öyle bir halde ki, dünya ekonomisine gerçekçi bakabilen her çift göz, milliyetçiliğin hakikaten boş siyasi retorikten öte olmadığını görecektir. Şöyle iki örnek verebilirim: Bildiğiniz üzere otomotiv sektörü ABD için özeldir. Çünkü seri üretimi ilk başlatan ülke ABD; yaşam tarzı otomobile bağımlı, Amerikan Rüyası dedikleri herkesin şahsi bir otomobili ve evi olması, gibi devam eder bu. 2008 ekonomik krizinde milyarlarca dolar devlet sübvasyonu ile ayakta tutmaya çalıştılar otomotivi. Ancak bugün baktığınızda en büyük Amerikan otomotiv firmaları ABD’de üretim yapmıyor. En büyük ABD’li fabrikalar artık Meksika’da. Neden? NAFTA ile büyük bir entegrasyon söz konusu. Araçlar Kanada, Meksika ve ABD’de ortaklaşa üretiliyor. Bir tek koltuk bile metal aksamından minderlerine, süngerinden kaplamasına yapılıp bitene kadar defalarca ileri-geri sınırları geçiyor. O yüzden bu duvar, sınır kapatma söylemleri çok anlamsız. ‘Sadece Amerikan malı, önce Amerika!’ diyen vatandaşın otomobile binmemesi lazım. Ama ABD’de üretim yok mu? Var. Kim üretim yapıyor? Daha yüksek gelir gruplarına hitap eden BMW, South Carolina’da kocaman bir fabrika kurup üretim yapıyor ve bunun büyük miktarını ihraç ediyor. Vergisi, istihdamı ABD’ye kâr kalıyor.

Keza eğitim... Yüksek öğrenim ABD’de çok büyük sektör, 20 milyondan fazla öğrenciye hizmet veriyor. Yurt dışından gelen öğrenciler kimi üniversitelerde %20-%25 oranlarında. Bunların çoğu kendi finansmanları ile geldiği için üniversite bütçeleri için çok kritik önemdeler. Bu sınır-duvar söylemleri üniversitelerin hiç hazzetmediği söylemler, çünkü yurtdışından gelen öğrencilere, uluslararası araştırmalara, araştırmacılara ket vuruyor.  

Türkiye’den örnek verirsek, tüketilen buğday, tarımda yaygınlaştırılmaya çalışılan hayvan ve tohum cinsleri, giyim-kuşam-spor ayakkabı ihtiyacımızın büyük kısmı, ilaç ve diğer sağlık malzemelerini, elektronik malzemelerin hemen tamamını ithalat ile karşılıyoruz. Sosyal medyada kullandığımız hemen tüm platformlar yabancı menşeili. Yani milli sınırlardan mal ve hizmetlerin geçişini durdurmak mümkün değil. Hayat durur. O nedenle kriz, en fazla insan geçişini biraz aksatabilir. Yani sınırlardan bahsederken neyin sınırı geçtiğini daha net ifade etmeliyiz. Yoksa ‘sınırlar kesin kapanacak!’ demek, ülkeler arasında adeta kılcal damarlar gibi birbirine geçmiş bu sosyo-ekonomik trafiği yok saymaktan başka bir şey değil.

“Kriz, metropollerin sorunlarını yüzümüze vurdu”

Şehirler, kalabalık nüfusları barındırdıkları için hastalığın hızlı yayılmasından sorumlu tutuluyorlar. Özellikle İstanbul gibi bir metropol bazında düşünecek olursak salgın sonrasında şehirlerle ilgili neleri gözden geçirebiliriz? 

Yeni salgın dalgalarının kırsal kesimleri de etkisi altına alacağı öngörüleri yapılıyor uzmanlar tarafından. Ancak haklısınız. Hastalık kırsal kesimlerde nispeten daha az etkili oldu. Ben yaklaşık 15 yıl İstanbul’da, 6 yıl da Ankara’da yaşadım. Bunların dışında, ABD’de yaşadığım yerler Massachusetts ve South Dakota’da hep ufak üniversite kasabaları oldu. Hakikaten bu iki ucu da yakından gözlemleme fırsatım oldu. Bu alanda, sosyoloji ve Urban Studies çalışan çok kıymetli meslektaşlarım var. Onların affına sığınarak ben bir siyaset bilimci olarak şunları söyleyebilirim: Kriz zaten çok ciddi sürdürülebilirlik sorunları olan metropollerin sorunlarını iyice yüzümüze vurdu. Türkiye’deki her 4-5 kişiden birinin İstanbul’da yaşaması çok büyük bir dengesizlik yaratıyor. İstanbul hem Marmara bölgesinin hem de tüm ülkenin enerjisini emen dipsiz bir kuyuya dönmüş. Kriz mayıs itibariyle Brezilya’da, Rio ve Sao Paulo’da korkunç bir patlama yaptı. Bunlar nüfusu 6-12 milyonluk şehirler. ABD’de zaten New York gibi büyük metropoller korkunç bir çöküş yaşadılar.

Rant kaygısının, plansız büyümenin diğer tüm insani ve toplumsal öncelikleri ezip geçmesinin cezasını çekiyoruz. İnsanlar nefes alacak, ayak basacak bir parça yeşillik arıyor. Toplumlar daha sürdürülebilir bir ölçekte, doğayı bu kadar fazla sömürmeden ve yok etmeden yerleşim yerleri kurmaları gerektiğini, belki biraz acı da olsa öğrenecekler. Eğer yüzbinlerin hayatını kaybettiği bu krizden bir olumlu ders çıkaracaksak, o da orta ve küçük yerleşim yerlerinde yaşam kalitesinin yükselmesi ve daha dengeli bir nüfus dağılımı olabilir. 

“Bu krizde bölgesel ve küresel yapıların etkileyici olmasını beklemek gerçekçi değil”

Salgında bölgesel ve küresel yapıların başarısız olduğu da tartışılan mevzular arasında yer alıyor. Örneğin, Avrupa Birliği’nin İtalya’ya bir süre yardım etmemesi İtalya açısından hayal kırıklıklarına sebep olmuştu. Salgın sonrası uluslararası kurumların faaliyetlerinin daha fazla sorgulanacağını söyleyebilir miyiz?

Uluslararası kurumlar, yapıları gereği ağır ağır hareket eden yapılardır. Kuruluşları uzun sürer, zaman içinde yavaş yavaş evrim geçirirler. Yani bunlar bir günde ortaya çıkmış, pat diye karar alıp çat diye uygulayabilen yapılar değildir. Zaten böyle refleksif hareket etmesinler diye pek çok veto mekanizması konmuştur. O yüzden AB gibi, BM veya Dünya Sağlık Örgütü gibi büyük organizasyonların bir anda tepki vermelerini beklemek pek gerçekçi değil. AB’nin Bosna’daki tavrını hatırlayın. Keza Ukrayna işgal edildi, toprak kaybettiler. AB ne yaptı? İpe un serdi.

Kurumların performansını kıyaslayacaksak, en hızlı hareket etme şansı yürütme organlarındadır. Kısa vadede ülkelerin yürütme organlarının performansına bakmak daha anlamlı. Yoksa büyük küresel ve bölgesel yapılar zaten çok ağır işleyen kurumlar olduğu için, bu kadar hızlı ilerleyen bir krizde onların belirleyici olmasını beklemek gerçekçi değil bence. Ancak uzun vadede görebiliriz bu kurumların gerçek etkilerini.

“Popülist liderlerin peşinden koşan halklar acı bir ders aldılar”

Böyle ciddi bir sağlık sorunu varken siyaset ve bilim arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendirirsiniz? Verilerin şeffaf açıklanması, sağlık tedbirleri veya sağlık çalışanlarının koşulları gibi konularda bu iki kurum arasındaki ilişki giderek gerginleşiyor mu?

Vallahi dost acı söyler demiş eskiler. Ben biraz da doğru düzgün liyakat, dürüstlük, erdem aramadan bu popülist liderlerin peşinden koşan halklar acı bir ders alıyor diye düşünüyorum. Özellikle ABD ve Brezilya’da yürütmenin başındaki liderler alenen bilim karşıtı, skandalvari açıklamalar yapıyorlar her gün. Halkın bir kesimi de hala maske bile takmadan bunların peşinden kitleler halinde koşuyorsa, sıtma ilaçlarına ümit bağlıyorsa, kendi bilecekleri iş. Ancak bakın, Yeni Zelanda genç ve başarılı bir kadın başbakan önderliğinde baskıladı adada virüsü. Her alanda uzmanlığa hürmetin eriyip gitmesinin, demagojinin hâkim olmasının cezasını çekiyoruz. Siyaseti, eğitimi, toplum sağlığını işin ehline ve hak edenlere teslim etmeyi bir şekilde öğrenecek toplumlar. Manipülatif siyasetçilerden kendisini korumayı bir şekilde öğrenecek toplumlar. Yoksa hepimizin sonu felaket.

“Hayatımın en mutlu yılları Boğaziçi’nde geçti”

Biraz da Boğaziçi’ndeki öğrencilik yıllarınızı konuşalım. Burada aldığınız eğitim, kariyerinize ne tür katkılar sağladı?

Boğaziçi Üniversitesinde aldığım eğitim hem kariyerimde hem de genel olarak dünya görüşümü oluşturmamda inanılmaz derecede etkili oldu. Başka bir üniversitede okusaydım, eminim bambaşka bir hayatım olacaktı. Örneğin, ortaokul ve lisede mülki idareci olmayı hedeflemiştim. Ben Kıbrıs harekâtı yıllarında doğan, Çalıkuşu gibi romanları okuyarak büyümüş bir nesildenim. O yüzden hedefim kaymakamlık, ilk tercihim Ankara Siyasal’dı. Ancak lisede son sene okulum bizi Boğaziçi’ne tanıtım gezisine getirdi. Manzarada dolaşmak, üniversiteli öğrencilerin rahat ve mutlu görüntüleri, her gün üniforma giyen biz zapt-ü-rapt altındaki liselileri çok etkilemişti. Hakikaten bir hürriyet atmosferi hissediyor insan Boğaziçi kampüslerinde. Bunu ben o küçücük halimle, bir günlük ziyarette bile fark edebilmiştim. O ziyaretten sonra ilk tercihim Ankara yerine Boğaziçi oldu ve kazandım.

Hayatımın en mutlu yıllarıdır, Boğaziçi’nde geçen yıllar. Her açıdan bence ideal bir eğitim aldık. Ben bir yıl Kartal’dan, ailemin evinden gidip geldim ve ulaşım aşırı derecede uzun ve yıpratıcıydı. Ama sonra ailem İstanbul’dan taşınınca yurda geçtim. Kampüsün 24 saat canlı bir dünya olduğunu o zaman anladım. O kampüs hayatı bizlere farklı sınıflardan, farklı ideolojik veya kültürel duruşlardan öğrencilerle ilişki kurmayı öğretti. Bir arada yaşamayı ve kendimizi geliştirmeyi öğretti. Üniversitenin sadece ders-hoca-meslek olmadığını öğretti. Dersler tabii harikaydı ama tek güzel şey ders değildi. Konserler, tiyatro gösterileri, spor festivalleri, kulüp faaliyetleri, sivil toplum inisiyatifleri, stajlar, öğrencilere kocaman dünyaların kapılarını aralıyordu. Boğaziçi’ndeki kampüs hayatı, bence hakikaten öğrencilerin birbirinden öğrenebileceği çok pozitif bir organik atmosfer sağlıyor.

“90’ların ikinci yarısı altın dönemdi”

Esasen Boğaziçi’nin kıymeti biraz da o ekosistemden çıktıktan sonra daha iyi anlaşılıyor. Boğaziçi’nde aldığım eğitim sorunsuz bir şekilde ABD, Avrupa ve Latin Amerika’daki akademik ortamlara dahil olmamı sağladı. Özellikle lisans sonrası asistanlık yaptığım iki yıl benim için çok belirleyici oldu. Üniversiteye girerken akademik kariyer gibi bir düşüncem yoktu. Ancak iki yıl yüksek lisans döneminde hakikaten çok müstesna hocalarla birebir çalışma fırsatı buldum. Belki Boğaziçi’nden mezun olmuş her dönem haklı olarak kendi dönemlerinin altın dönem olduğunu düşünüyordur. Ben de pek tabii 1990’ların ikinci yarısının altın dönem olduğu inancındaydım. Düşünüyorum, o dönem ders aldığım ya da projelerinde çalıştığım hocalardan yine ders almak istesem, bugün 5-6 farklı üniversiteye gitmem gerekir. Boğaziçi’nin şu konuda da hakkını vermek gerekir: O zamanki hocalarımız pek çok yeni üniversitenin kuruluşunda kilit görevler aldılar. Bizleri yetiştirirken de gittikleri kurumlarda da meritokrasiyi, liyakati en üst değer olarak yerleştiren bilim insanları oldular. Asistanlık yıllarımda onlarla çalışmam, araştırmaların mutfağında yer almam ve mentörlükleri benim için son derece belirleyici olmuştur.

Geçtiğimiz yıllarda bir kitap olarak yayımlanan doktora tezinizde Meksika ve Türkiye’nin kalkınma ve demokratikleşme süreçlerini karşılaştırdınız. Bu karşılaştırmadan ne gibi sonuçlara ulaşmıştınız?

Bu kitap benim için çok kıymetli çünkü araştırması ve yazması uzun yıllar sürdü. Kitabı 2014 yılında bitirdim ve 2015 yılında İngiltere’de yayımlandı. Siyasi kurumların geniş bir tarihsel perspektiften karşılaştırılmasına dayanıyor kitabım. Yazarken beni heyecanlandıran bir nokta, ne kadar bize özgü zannettiğimiz özelliklerin sadece bize has olmadığını keşfetmek oldu. Örneğin, Osmanlı’daki tımar sisteminin çok benzeri bir sistemi encomienda adıyla İspanyollar da Meksika’da kurmuşlar. Keza Kurtuluş Savaşı sonrası devrimler, laiklik, tek parti dönemi, devlet öncülüğünde modernleşme ve kalkınma gayretleri, muhafazakâr kesimlerin bu reformlara isyanı. İnanır mısınız, iki ülkede de 20. yüzyıl sonunda toplumsal sarsıntı yaratan büyük depremler var: Bizde 17 Ağustos 1999 depremi, Meksika’da 1985 Mexico City depremi. Derinlemesine her iki ülkeyi inceledikçe, evrende yalnız değilmişiz, hissi verdi bana kitabım. Kitabın Boğaziçi Kütüphanesinde de mevcut olması lazım. Umarım ilgilenen okurlar alıp bir göz atarlar.

Kısaca şunu söyleyebilirim: İmparatorluk mirasları, tek parti dönemleri, muhafazakâr toplumları oldukça benzer olan bu iki ülke 1980’lerden sonra ayrışmaya başlıyor. Demokratik kurumsallaşma, sivil toplumun güçlenmesi, toplumsal farklılıklara saygı, vs. gibi pek çok kilit konuda Meksika yavaş yavaş daha öne geçmeye başlıyor. Tabii her ülkenin kendine has sorunları mevcut. AB’nin Türkiye ile angajmanı ile ABD’nin Meksika ile angajmanı çok farklı. Bunun da önemli sonuçları oluyor her iki ülke için. Yüzde yüz bir benzerlik, örtüşme söz konusu değil. Ancak belirli parametreler göz ününde tutulduğunda; yani anayasal güvenceler, temel hak ve özgürlükler, iktidarların şaibesiz seçimle değişebilmesi, sivil toplumun gücü ve yaygınlığı gibi, arayı açıyor Meksika.  Nitekim artık uluslararası demokrasi indekslerinde de belirgin bir şekilde görülüyor bu fark.

Güncel araştırmalarınız hakkında bilgi alabilir miyiz?

Ocakta kaynayan birden fazla kazan gibi, ben de masamda birden fazla projeyi biriktirdim bu aralar. Önce sonuca yakın olanla başlayayım. Meslektaşım Dr. Lisa Hager ile birlikte bir kitap taslağı bitirdik bu dönem. Dünyadaki tüm kadın başbakan ve cumhurbaşkanlarının biyografilerini inceledik. İlk vakamız 1960, sonuncusu 2019 Aralık ayından. Yüz küsür liderin biyografilerine bakarak onları yürütmenin başına taşıyan 3 temel yol olduğunu tespit ettik. Umarım 2020 sonu veya 2021 başında yayımlanır.

İkinci olarak NAFTA ile uğraştığım uzun vadeli bir proje var. NAFTA’nın özellikle tarım sektörüne büyük etkileri oldu. Uzunca bir dönem Senato arşivlerini taradım. Anlaşma Clinton döneminde nasıl geçti ABD’de diye. Sonrasında konuyu ABD’de çiftçilerle yaptığım anketlerle daha ayrıntılı olarak incelemeye çalışıyorum. Tarım sektörü benim her zaman çok önemsediğim, ilgi duyduğum bir alan. Yazın ve sabbatical izni kullanacağım Güz döneminde Meksika’da saha çalışmalarıyla bu projeyi tamamlamayı planlıyordum. Maalesef kriz bu seyahat planlarımı alt-üst etti.

Ayrıca bir ekibin parçası olarak destek verdiğim araştırmalar var. Bunlardan TBMM üzerine olan tamamlanmak üzere. Diğeri ise ABD’de seçmen davranışı ve kadın liderler üzerine ama henüz başlangıç aşamasında.

Son olarak şununla bitireyim: Spring Break sonrası ani bir şekilde online eğitime geçtik. Ben normal zamanda bile çok fazla online eğitim yanlısı değildim. Ciddi çekincelerim vardı. Bu formatta daha önce hiç ders vermemiştim. Ancak iyi ders vermek çok önemsediğim, işimin en zevkle yaptığım kısımlarından biri. Geçen yıl üniversitede en iyi hoca ödülünü almıştım. O yüzden birden format değişince kötü bir performans da göstermek istemedim. Hasılı, bu son birkaç ay bayağı mücadele ile geçti.

Peki, bu ani geçiş öğrenciler için ne gibi sonuçlar doğurdu? Acaba onlar süreci nasıl tecrübe ettiler? Ne gibi yöntemleri başarılı buldular? Hangi online ders yöntemleri başarısız oldu? Bunları merak ettim ve kurumumdan da destekle bu ve benzer sorulardan oluşan bir anketi okulun son haftası tüm öğrencilere sunduk. Şimdi onun sonuçlarını çözümlemeye çalışıyoruz ekip olarak. Yakında hocalarla da bir anket yapacağız. Bulgularımızı akademik bir çalışma olarak yayımlamayı planlıyoruz.

Doç. Dr. Evren Çelik Wiltse kimdir?

Lisans ve yüksek lisans eğitimini Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde Boğaziçi Üniversitesi’nde tamamladıktan sonra doktorasını yine aynı alanda, Massachusetts Üniversitesi Amherst’de yaptı. Karşılaştırmalı siyaset ve uluslararası ilişkiler alanlarında doktora yeterlilik sınavlarını verdi. Meksika ve Türkiye’nin kalkınma ve demokratikleşme süreçlerini karşılaştırdığı doktora tezi kitap olarak 2015 yılında yayımlandı.

Türkiye’de Hacettepe ve TOBB-ETÜ üniversitelerinde görev yapan Çelik Wiltse, 2012’den beri ABD’de, Güney Dakota eyaletinde akademik çalışmalarına devam ediyor. Son dönemde araştırmaları tarım sektörü üzerine yoğunlaşmaktadır. Meksika, Küba ve Güney Dakota’da bu alanda projeler ve saha çalışmaları yürütmüştür. Yayımlanmış pek çok hakemli dergide makalesi ve kitap bölümü bulunmaktadır.