“Trump, Amerikan demokrasinin yaşadığı sorunların bir kaynağı değil, sonucu”

Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü tarafından düzenlenen seminer serisine konuk olan Standford Üniversitesi Sosyoloji Profesörü Douglas McAdam, Trump dönemini anlamaya yönelik kapsamlı bir bakış öneriyor: “Bugün Amerika son yüz yılda olmadığı kadar ekonomik ve politik olarak bölünmüş durumda. Bu bölünmüşlüğün ve Amerikan demokrasisinin kırılganlığının nedeni olarak Trump’ı görmeye dair bir eğilim var, ama Trump aslında sadece Amerikan politik tarihinde önceden yaşanan bazı kritik dönüşümlerin ortaya çıkardığı en uç örneklerden biri.”

Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nün düzenlediği seminer serisinin 24 Şubat 2021 tarihindeki konuğu Stanford Üniversitesi Sosyoloji Profesörü Douglas McAdam oldu. Sosyal hareketlerin analizinde politik süreç modelini geliştirmesiyle bilinen McAdam, “Putting Trump in Context: Race, Religion and the Erosion of Democracy” başlıklı bir konuşma yaptı.

Trump dönemini anlamak için Amerika’nın politik tarihindeki kritik dönüşümlere yeniden bakmak gerektiğini vurgulayarak konuşmasına başlayan McAdam, “Trump, Amerikan demokrasisinin bugün yaşadığı sorunların bir nedeni olarak görülüyor. Aslında sadece Amerikan politik tarihinde uzun yıllardan beri etkisini gösteren dönüşümler sonucu ortaya çıkan uç bir örnek, bu nedenle bu dönüşümleri iyi anlamak gerekiyor,” ifadelerini kullandı.

“Trump seçilmeden önce de demokrasiye yönelik ciddi tehditler vardı”

Trump döneminin tarihsel bağlama iki açıdan oturtabileceğini belirten Mcadam, bu açıları şöyle açıkladı: “1960’lı yıllarda başlayan ve Amerikan politikasının ‘ırksal coğrafyası’nın değişimi olarak adlandırabileceğimiz dönüşüm ırka dayalı ayrımlar ve sivil haklar gibi konularda o dönem daha ilerici olan Cumhuriyetçi Parti’yi bugünün aşırı tutucu partisine dönüştürdü. İkinci değişim ise Amerikan demokratik norm ve kuruluşlarının geçirdiği ciddi erozyonla ilgili, ama Amerikan demokrasisine yönelik bu spesifik tehditler Trump seçilmeden önce zaten vardı.”

1960’dan bugüne Cumhuriyetçiler ve Demokratlar nasıl değişti?

1960’ların eşiğinde Cumhuriyetçi ve Demokrat Parti’nin bugünden çok farklı çizgilerde bulunduğunu vurgulayan Profesör McAdam, “Cumhuriyetçi Parti ideolojik yönelim açısından ortayolcu-merkeziyetçi, coğrafi olarak kıtanın kuzeydoğu-orta batısında yoğunlaşmış ve ırkçılık gibi konularda genelde daha liberal bir partiydi. Demokratlar ise ideolojik yönelim olarak yine ortayolcu-merkeziyetçi, coğrafi olarak güneyde yoğunlaşmış ve ırk ayrımcılığı hakkında şizofrenik görüşlere sahip bir partiydi. Ayrıca bu iki partinin ideolojik anlamda örtüştüğü çok sayıda konu bulunuyordu,”ifadelerini kullandı.

McAdam aynı partilerin 2020 yılındaki konumlarını işe şöyle özetledi: “Bugün Cumhuriyetçi Parti ideolojik yönelim olarak aşırı sağda, coğrafi olarak Amerika’nın kıtasında konumlanmış ve ırk ayrımcılığı konularında da aşırı tutucu bir tavrı var. Demokratlar ise ideolojik yönelim açısından ortayolcu-sol çizgide, coğrafi olarak kuzeydoğu ve batıda yoğunlaşan ve etnik ve ırksal ayrımlarda büyük oranda çeşitliliği benimseyen bir partiye dönüştü.”

“Sivil haklar hareketinin en aktif yılları Soğuk Savaş’ın da zirve yılları”

McAdam, Cumhuriyetçi ve Demokrat Parti’nin nasıl dönüştüğünü anlamak için Amerikan siyasi tarihine yeniden bakmak gerektiğini belirtti. 1876’dan 1960’a kadar Amerika’nın güneyindeki eyaletlerin Demokratların en sadık bileşeni olduğunu hatırlatan McAdam, 1960 sonrası yaşanan dönüşümün paralel ilerlemiş iki sosyal hareketin, sivil haklar hareketi ve Beyazların bu harekete karşı başlattığı direniş hareketi, sonucu olduğunu aktardı.

McAdam, sivil haklar hareketinin yükseliş ve iniş zamanlarını görebilmek için 1948-1976 arası New York Times gazetesindeki haberlerden yararlanarak oluşturduğu grafikten hareketle şunlara dikkat çekti: “Sivil haklar hareketinin en aktif olduğu yılların Soğuk Savaş’ın da zirve yıllarına denk geldiğini görüyoruz. Bu önemli çünkü Amerikan ırkçılığı, Soğuk Savaş yıllarında dış politikada önemli bir uygulama alanı sunuyordu. Sivil haklar hareketi işçilerine ya da Siyahilere karşı uygulanan herhangi bir şiddet eyleminin Amerikan gazetelerinde manşete taşınması, Sovyetler Birliğine çok değerli propaganda malzemesi veriyordu.”

Dikkate alınması gereken diğer sosyal hareketin ise Beyazların sivil haklar hareketine karşılık olarak başlattığı direniş hareketi (White Resistance Movement) olduğunu belirten McAdam, bu hareketin günümüzde de yaşayan ve sivil haklar hareketinden farklı olarak ulusal çapta bir hareket olduğunu ifade etti.

Demokratlar en sadık bileşenini Cumhuriyetçilere kaybetti

Profesör McAdam, 1960’lı yıllar boyunca Amerikan politik yapılanmasındaki dönüşümün nasıl gerçekleştiğini ise şöyle açıkladı: “1960 yılındaki oturma eylemleri sivil haklar hareketini yeniden canlandırdı ve Demokrat Parti’nin kuzey ve güney kanatları arasında bir fikir ayrılığı yaşanmasına neden oldu. Dönemin başkanı Johnson’ın sivil haklar hareketi taraftarlığı 1964 seçimlerinde güney eyaletlerini kaybetmesine mal oldu ve Demokratların en sadık bileşeni olarak bilinen Güney, bu seçimlerde Cumhuriyetçilerin kazandığı tek bölge haline geldi. Böylece, Amerikan politik tabakalanması tersine döndü.”

“1968 seçimlerine gelindiğinde ise Cumhuriyetçi Parti’nin adayı Nixon güneydeki beyaz seçmenlerin ve ülkenin genelindeki ırksal muhafazakarların oylarını almak için oldukça tutucu politikalar benimsedi ve Demokratların sadık bileşeni olarak kabul edilen güney eyaletlerini yeniden kurguladığı Cumhuriyetçi Parti’nin temel bileşeni yapmaya yönelik bir stareteji uyguladı. 1968 seçimlerini kazandıktan sonra 1972 seçimlerini kazanmak için daha da tutucu olması gerektiğini anlayan Nixon, bu seçimleri de böylece kazandı.”

“Cumhuriyetçiler Nixon’dan beri iki farklı Amerika mesajını veriyor”

Siyahi seçmenlerin 1932 seçimlerinde yüzde 76 oranla Cumhuriyetçilere oy verirken 1968’e gelindiğinde oylarını yüzde 97 oranla Demokratlardan yana kullandıklarını da aktaran McAdam, Nixon’ın seçim konuşmalarında iki farklı Amerika imajına başvuran ilk Cumhuriyetçi aday olduğunu da hatırlattı: “Nixon’ın konuşmasında ülkenin bir bölümü çalışkan, değerli ve çoğunlukla beyazlardan oluşan Amerika’yı, diğeri tembel ve devlet yardımlarıyla geçinenlerden oluşan Amerika’yı temsil ediyordu. Açıkça ırka dair bir şey söylememiş olsa da ikinci grupla Siyahileri kastettiğini biliyordu.”

McAdam, benzer bir ayrımın 2012’de Cumhuriyetçi Parti’nin adayı olarak yarışan Mitt Romney’in konuşmalarında da bulunduğunu ekledi: “Çok sayıda Cumhuriyetçi aday tembel, devlet yardımlarına bağımlı ve çalışkan olmak üzere iki farklı Amerika imajını konuşmalarında kullandı. Donald Trump da beyazların oylarını almak için bu mesajı en uç noktalarına kadar getirerek kullanan Cumhuriyetçilerden biriydi. Bu açıdan bakıldığında Trump’ın bugün yaşanan problemlerin bir kaynağı değil, Cumhuriyetçilerin Nixon’dan beri benimsediği ırk politikasını en açık haliyle kullanan adaylarından sadece biri olduğu görülür.”

Trump döneminin tarihsel bağlama oturtulması için bakılması gereken ikinci faktörün ise Amerikan demokrasinin norm ve kuruluşlarının geçirdiği erozyon olduğunu belirten Profesör McAdam, “2014 yılına gelindiğinde Amerikan demokrasisinin karşı karşıya olduğu çok sayıda tehdit zaten mevcuttu. Kısıtlayıcı oy kullanma kanunlarının yasalaşması, siyasi partilerin çıkarlarına uygun olacak şekilde seçim bölgelerini ayarlamaları anlamına gelen ‘gerrymandering’ uygulamasının yaygınlaşması, seçim kampanyalarındaki gerekli finansal kısıtlamaların bertaraf edilmesi ve düşük katılımlı ön seçimlerin ve parti toplantılarının başkanlık adaylarının seçimi için kullanılması gibi bazı sorunlar bu tehditler arasında sayılabilir,” ifadeleriyle konuşmasını tamamladı.