Unutulmuş ve kayıp filmlerle yepyeni bir sinema tarihi yazılabilir

Sinema tarihçisi, Boğaziçi Üniversitesi mezunu Elif Rongen-Kaynakçı’nın işi kayıp ve unutulmuş filmlerin izini sürerek onları yeniden izleyiciyle buluşturmak. Hollanda’da EYE Filmmuseum’da Sessiz Sinema koleksiyonunun küratörlüğünü yapan Elif Rongen-Kaynakçı, sessiz sinema tarihinin bugüne dek gün yüzüne çıkmamış filmlerini araştırıyor. Aralık ayında düzenlenen İstanbul Sessiz Sinema Günleri’nde ilk defa gösterilen ve 1920’lerde çekildiği tahmin edilen Robert Kolej görüntülerinin de yer aldığı ilginç bir belgeseli gün ışığına çıkartarak İstanbullu seyirciyle buluşmasını sağlayan Elif Rongen-Kaynakçı sessiz sinema tarihinin karanlıkta kalmış filmlerini, sinema tarihinde bugüne dek yanlış bilinenleri ve keşfettikleri kayıp filmleri anlattı.
Kapak fotoğrafı: Beyond The Rocks (1922)

Hollanda’da EYE Filmmuseum’un Sessiz Sinema küratörlüğünü yapıyorsunuz. Öncelikle Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Edebiyatı’ndan Hollanda’ya uzanan bu hikâye nasıl başladı ve gelişti; biraz anlatır mısınız?

Elif Rongen-Kaynakçı- 1992’de Boğaziçi’nden mezun olmadan bir süre önce bir Hollanda seyahati sırasında şimdiki eşim ile tanışmıştım. Okul bitince bir süreliğine Amsterdam’a geldim ve burada kalabilmek için üniversiteye yazılmam gerekti. Ben de o sırada Edebiyat Fakültesi bünyesinde olan Sinema, TV ve Yeni Medya bölümünü fark ettim. Bu bölüm henüz iki-üç sene önce açılmıştı, hiç mezunu yoktu. Bölümün başında Thomas Elsaesser vardı. Ben de bu bölüme ikinci sınıftan girdim. 1997’de master diplomasıyla ‘cum laude’ mezun oldum! Elsaesser tez danışmanımdı ve tezim de Metin Erksan’ın Feride (1971) filmi hakkında. O yıllarda Türkiye’de böyle Emel Sayın’lı, Ediz Hun’lu bir master tezi yazmak pek mümkün değildi.

Sinema tarihine, arşivciliğe duyduğunuz merak ilk ne zaman, nasıl başladı? Boğaziçi’ndeki öğrencilik yıllarınızda Sinema Kulübü’ndeki çalışmaların bu alana ilgi duymanızda etkisi oldu mu?

Sinema tarihi zaten beni hep ilgilendiriyordu, daha lise yıllarımdan beri bu konularda kitaplar okuyor, olabildiğince çok film seyrediyordum. Hatta İtalyan Lisesi’ndeyken rehberlik derslerinde video kasetlerden film gösterimleri düzenlemeye çalışırdım.

Daha sonra Boğaziçi Üniversitesi Sinema Kulübü’ne geldiğimde Kuzey Kampüs’teki sinema henüz yeni faaliyete geçmişti, biz de Beyoğlu’na gidip 35mm filmleri dağıtımcılardan alıp kampüse getiriyor gösteriyorduk. Bu nedenle o sıralarda Beyoğlu civarında birçok dağıtımcının ofislerine girdim çıktım, filmlerin nerelerde durduğunu gördüm. Ayrıca bazı filmleri de gidip yabancı kültür merkezlerinden istiyorduk. Örneğin İspanyol kültür ataşesinin sayesinde bir Carlos Saura gösterimi yaptığımızı hatırlıyorum.

Arşivcilikten pek haberdar olduğumu söyleyemem ama göstermek amacıyla film arayıp bulmak o zaman da yaptığımız bir şeydi. Örneğin Tarkovski filmleri veya Yılmaz Güney filmleri nerededir, nasıl bulunup gösterilir gibi konularla uğraşıyorduk. Yine vurgulayayım, projeksiyon makinemiz 35mm’likti ve biz de filmlerin 35mm kopyalarına ulaşmaya çalışıyorduk.

Sessiz sinema beni seçti!

Peki, sessiz sinema alanını nasıl, neden seçtiniz?

Aslında galiba sessiz sinema beni seçti! Aslında popüler sinema üstüne çalışıyordum; ki benim için hala en önemli olan unsur budur bir filmde; yani filmin popüler ve ticari olma potansiyeli.

Arşiv eğitimini aldıktan sonra Hollanda film müzesinde ilk işe alındığımda benden sessiz sinema değil, bilinmeyen filmlere bakmamı istediler. Bunlar senelerce kenarda köşede kalmış, hakkında pek literatür olmayan, veya sinema kültürünü tanıyıp bilmediğimiz ülkelerin yapımlarıydı… Ben de ‘ulusal sinema’ kavramı hakkında kafa yoran biri olarak bundan büyük keyif aldım. Aynı zamanda, arşiv eğitimini alırken, ne kadar çok filmin kayıp olduğunu, ancak bir o kadar çok filmin de kayıp olmamasına rağmen hafızalardan silinmiş olduğunu gördüm. Yani arşivler kimsenin varlığını bile bilmediği bir sürü filmle doluydu aslında.

Bu unutulmuş ve kayıp filmler ve onlarla yazılabilecek alternatif bir sinema tarihi fikri beni çok heyecanlandırıyordu. Zaman içinde sessiz sinema da bu açıdan beni giderek daha çok ilgilendirdi.

Bence sessiz sinemanın tarihini henüz yazılmış kabul etmemeliyiz, hakkında bu kadar az şey bilebildiğimiz, kayıp olduğu için izleyemediğimiz sayısız filmle dolu bu tarih hakkındaki fikirlerimizi devamlı sorgulamalıyız diye düşünüyorum.

Sessiz Sinema küratörü neler yapar; işinizle ilgili biraz bilgi alabilir miyiz?

Ben işimi ‘uygulamalı sinema tarihi’ diye tarif ediyorum. Arşivimize hibe edilen sessiz filmlerin arşive ilk kaydından, gerekiyorsa restorasyon ve gösterimine kadar her şeyinden sorumlu kişi benim. Yani ne zaman hangi filmin ne şekilde restore edileceğine, hangi bağlamda gösterileceğine ben karar veriyorum. Elbette bunları yaparken kendi alanlarında uzman kişilerle çalışıyorum; özellikle de teknik restoratörler, malzemenin korunup saklanmasından sorumlu depocular... Ben teknik uzman değilim, sinema tarihçisiyim. Film materyalinde küf, mantar veya yapışıklık ve benzeri sorunlar varsa bunların nasıl giderileceğine ben değil uzmanlar karar veriyor. Örneğin benim kafamdaki sonuca ulaşmak için hangi laboratuvar metodunun seçileceğine restoratör karar veriyor.

Bir filmi restore etmek demek aslında bir kararlar zinciridir; hangi versiyon yeniden yaratılacak, hangi renkler referans alınacak, ara yazıların büyüklüğü, uzunluğu ne olacak, eksik kalan kısımlar nasıl, nereden telafi edilecek... Bu arada belki şaşıracaksınız ama, sessiz sinema koleksiyonumuz her geçen gün büyümeye devam ediyor. Her ay yeni sessiz filmler bağışlanıyor, bazen bir-iki kutu, bazen de yüzlerce kutu! Hatta bundan yaklaşık 18 sene önce bir koleksiyoncunun ani vefatının ardından binlerce kutu film üstlerinde hiçbir yazı, yanında hiçbir liste olmadan bize gelmişti, bu koleksiyon üstünde hala çalışıyoruz!

Her hafta bir kayıp film buluyoruz

Sinema tarihinde yer etmiş veya karanlık bir köşede kalmış kimi filmleri ve kayıtları ortaya çıkarmak, izleyiciyle ilk defa buluşturmak gerçekten heyecan verici olsa gerek. Sizi en çok heyecanlandıran belgeler, arşivler neler oldu şimdiye dek?

Belki inanmayacaksınız ama aslında biz neredeyse her hafta en az bir kayıp film buluyoruz! Yalnız şöyle bir sorun var; bunlar kimsenin aramadığı, hatta varlığından bile neredeyse kimsenin haberdar olmadığı filmler. Bu nedenle de bu keşiflerimizin haber değeri olmuyor.

Öte yandan herkesin aradığı filmleri de bulduk; benim için bunun en önemli örneği Beyond the Rocks (1922). Rudolph Valentino ve Gloria Swanson’un birlikte oynadıkları tek film olduğu ve on yıllarca kayıp olduğu için, birçok kişi tarafından aranan bir filmdi bu. Ve 2005’de filmi bulduğumuzu açıkladığımızda bütün dünya basınında yankı yarattı. Yine bunun gibi geçen senelerde İngilizlerin ‘aranan’ kayıp film listesinden Love, Life and Laughter (1923) filmini bulduk.

Macar sessiz sinemasının %93’ünün kayıp olduğunu göz önünde tutarsanız, bulunan hemen her filmin kayıp bir film olma olasılığı çok yüksek. Biz de son on yıl zarfında birkaç kayıp Macar filmini ortaya çıkardık; hatta son keşfimiz bilinen en eski Macar filmlerinden biri: 1914 tarihli A Munkazsubbony / The Work Jacket.  Film şu anda Budapeşte’de restore ediliyor ve gerçekten çok ilginç bir film.

Ben aslında tek tek her bulunan film için heyecanlanıyorum; her biri büyük bulmacanın bir parçası çünkü. Bir de unutulmuş veya kötü olarak hatırlanan bir filmi araştırma sonucu belgeleri bularak yeniden ortaya çıkarmak çok heyecan verici.

Bunu da en net The Spanish Dancer (1923) filmiyle yaşadık örneğin; çok kötü bir film olarak biliniyordu çünkü eldeki bütün kopyalar kesilip kısaltılıp kuşa dönmüş kopyalardı. Ben de filmi sevmiyordum; ta ki ABD’deki bir arşivde filmin orijinal senaryosunu bulup okuyana kadar.

Bizim restorasyonumuz şimdi filmin tamamını orijinal metinleriyle gösteriyor ve bu film bence Hollywood’un en sofistike, en çetrefil senaryolarından birine sahip. Şimdi bu filmi her gösterişimizde seyirci hayretler içinde kalıyor.

‘’1915 tarihli İtalyan filmindeki kadın oyuncunun kimliğinin yanlış olduğunu keşfettik’’

EYE Filmmuseum’da Desmet koleksiyonu ile çalıştığım için çok şanslıyım; bu inanılmaz koleksiyon özellikle de 1915 öncesi dünya sineması hakkında o kadar çok ve ilginç veri içeriyor ki,  daha bu arşivin tam potansiyeline hiçbirimiz ulaşamadık bence, yani bugüne kadar yapılanlar ‘Scratching the  surface’in ötesine geçmiyor sanki.

Neticede,  bugüne kadar bildiğimiz sesiz sinema tarihinin gerçekleri tam yansıtmadığına ve birçok hatalı bilgi içerdiğine inanıyorum ve gerçekten bizim de yaptığımız keşifler ve araştırmalarla bu bilgileri değiştirip düzeltebildiğimizi görmek beni mutlu ediyor. Örneğin son bizim için büyük bir keşfimiz dünyadaki tek kopyası bizim elimizde olan, İtalyanların asla ciddiye almadıkları İtalyan macera filmi Filibus (1915) çevresinde oldu. Bu filmde başrolü oynayan kadının kimliği yanlış biliniyordu. Biz bu hatayı ifşa etmekle kalmadık, oyuncunun aslında Valeria Creti olduğunu da ispat ettik.

Son 2-3 senedir de bu film bütün dünyada gösterilmeye devam ediyor ve izleyenleri kendine hayran ediyor. İstanbul Sessiz Sinema Günleri’nde Aralık 2018’de restorasyonun son halini göstermiştik.

2020’de Kopenhag ve Vilnius’da gösterileceği kesinleşti. Geçen sene New York, Budapeşte ve bazı Uzak Doğu ülkelerinde de gösterildi. 2020’de DVD’si çıkacak. Böyle tamamen unutulmuş bir filmi yeniden ortaya atmak ve kabul gördüğünü görmek çok zevkli bir uğraş.

Robert College filmini arşivlerden çıkardık, İstanbul’da gösterimini sağladık

Merak ettiğimiz bir dokümanter var; hatta geçtiğimiz günlerde İstanbul’da düzenlenen Sessiz Sinema Festivali’nde de gösterildi.  Geçtiğimiz yüzyıl başından Boğaziçi Üniversitesi (Robert Kolej döneminden) görüntülerin yer aldığı çok ilgi çekici bir belgeydi bu. Bu görüntülere nasıl ulaşıldı, hikayesini sizden dinleyebilir miyiz?

2014’den beri dünyanın her yerinde ‘Osmanlı İmparatorluğundan Görüntüler’ adı altında gösterimler düzenliyoruz. Aslında biz bu projeyi başlatırken dünyanın bütün arşivlerinde bu coğrafyaya dair filmlerin bulunduğunu ancak bunların hep kenarda köşede kaldığını, tam olarak anlaşılamadığını gördüğümüz için bu da organik bir proje olsun, bir yandan gösterimler sürerken bir yandan da yeni araştırmalar, yeni restorasyonlar yapılsın diye düşünmüştük.

Bu plan gerçek oldu. Ben diğer arşivci arkadaşlara hep sorarım; ‘Elinizde bizi ilgilendirecek ne var?’ diye. 2017’de Library of Congress’te arşiv araştırması yaparken Robert College filmi karşıma çıktı. Aslında bu film nitrat negatif kopya, yani gösterim için hazırlanmamış. Hatta biz gösterim için filmi yeniden kurgulayarak biraz ‘düzeltmek’ zorunda kaldık, zira ara yazılarla görüntülerin sırası birbirini tutmuyordu. Ancak tabii ilk aşamada ben filmlere arşivde baktım, notlar aldım ve bu filmin önemli olduğunu, İstanbul’da göstermek istediğimizi söyledim. Ancak filmi arşive bağışlayan kişiden izin almam gerekiyordu. Bir tesadüf eseri, geçen yaz ben yine Library of Congress’deyken, filmi bağışlayan şahıs da oradaydı.

Küratörler de yanımızdayken filmin İstanbul gösterimi konusunu konuştuk. Kendisi filmi göstermemiz için izin verdi. Bunun üzerine filmin artık ABD’de dijital taranması ve bizim tarafımızdan yeniden kurgulanması mümkün oldu. Aslında film üstünde araştırmalarımız daha yeni başladı sayılır; ancak pelikülün verdiği ipuçlarına da dayanarak filmin 1920-1921 civarında Amerikalılar tarafından, hatta University of Michigan tarafından kendi okullarında gösterilmek için çekildiğini düşünüyoruz.

Sinema tarihi tek kaynağa dayandırılamaz

Elinizde Türkiye’de sessiz sinemaya dair bilgi ve belgeler var mı? Film arşivciliği bakımından Türkiye özelinde ne gibi kaynaklar öne çıkıyor?

Özellikle Türk sineması hakkında çalışmıyorum. Zaten biz arşivciler olarak tek bir konuya odaklanamıyoruz. Zira bir sonra açtığımız kutudan ne çıkarsa ona yoğunlaşmak zorundayız.

Ancak elbette Türkiye’nin sessiz sinema tarihi benim de kafamı kurcalıyor ve yaptığımız Osmanlı çalışmalarında bu konularla karşılaşıyoruz. Bir de ben her şeyden önce filmi seyredebilmeyi önemsiyorum, ki Türkiye özelinde bu pek de mümkün değil. Örneğin Hollanda arşivinde Muhsin Ertuğrul’un Almanya’da çektiği Kara Lale Bayramı (1920) filmi var.

Ertuğrul anılarında uzun uzun bahsediyor bu filmden. Bu sene ise İstanbul Sessiz Sinema Günleri’nde yine Ertuğrul’un Ukrayna’da çektiği Tamilla (1925) filmini gösterdik. Bu filme Ertuğrul sadece iki cümleyle değinmiş. Filmleri göremediyseniz buradan birtakım çıkarımlar yaparsınız belki, ancak filmi gördükten sonra çok daha farklı düşünüyor insan. Şunu da söylemek mümkün sanırım; 2000 senesine gelene kadar, sessiz Türk sineması hakkında bildiklerimiz, iki-üç Türk sinema tarihi kitabında yazılmış birkaç sayfalık bilgiden ibaretti. Hatta kaynak da gösterilmediğinden bu bilgilerin de neye dayandığı hiç belli değildi. Son yirmi yıl zarfında neyse ki Türkiye’de de daha vasıflı araştırmalar yapılmaya başlandı.

Zaten sinema tarihi tek kaynağa dayandırılamaz, biz öğrencilere, stajyerlere de hep bunu hatırlatıyoruz. Sinema doğası gereği yapım şirketleri, stüdyolar, magazin basını tarafından bilet satmak endişesiyle abartılmış bir konu. Yani oyuncularla yapılan röportajlar (bugün bile) önceden stüdyolar tarafından belirlenip, hatta sansürlenip çarpıtılmış, filmlerin duyuruları ‘en büyük’, ‘tarihte ilk’  filan gibi sahte iddialarla dolu. O nedenle bu yanıltıcı kaynakların her zaman başka bulgularla sağlamasını yapmak, ‘Cross reference’ etmek gerekiyor. Yani filmin gösterime çıktığı seneden bir kaynak da son derece yanıltıcı olabilir.

Bu nedenle insan her duyduğuna inanmamalı, bir yandan da yeni bulgular doğrultusunda doğru bildiklerini yeniden gözden geçirmek konusunda esnek olmalı.  Ben her zaman okuduğum sinema  tarihi kitaplarını kuşkulu buldum. Neden burada sadece bazı ülkelerden, hep aynı adamlardan ve aynı filmlerden bahsediliyor diye düşündüm.

Zira 1909’dan itibaren, dünyanın birçok yerinde, hatta bazen en ücra kasabalarda bile yerleşik sinemalar yapıldı, buralarda bütün dünyadan filmler gösterildi. O takdirde bütün bu kasabalardan yeni sinemacılar çıkabilir. Sonra bugün bile, dilini bilmediğimiz ülkelerin sinemaları hakkında ne kadar sağlıklı bilgimiz olabiliyor? Aklımıza gelen isimler sadece uluslararası festivallerde gösterilmiş, hakkında İngilizce, Fransızca yazılar çıkmış filmlerle kısıtlı. Acaba bu ülkelerde yaşayanların seyrettiği başka filmler de yok mu?

Türkiye’ye yurtdışından bakıldığında hep Nuri Bilge Ceylan filmlerinden bahsediliyor. Oysa 2000’li yılların Türk sinema tarihini yazarken Recep İvedik filmleri hiç anılmayacak mı? Buna biz karar veremeyiz. Sinema tarihi işimize gelmeyen bilgileri hasıraltı etmek şeklinde yapılmamalı. Bugün Dünyayı Kurtaran Adam (1982) filmini bütün dünya tanıyor. Bundan 30 sene önce bunu tahmin etmek imkânsız ve hatta saçma olurdu. Ancak bu filmi izlerken Yeşilçam hakkında da bir şeyler bilebilmek önemli; çünkü hiçbir film diğerinden ve sosyo-ekonomik bağlamdan bağımsız olarak ortaya çıkmıyor.

Benim sloganım, her zaman meraklı olmaya, sorgulamaya ve yeni şeyler öğrenmeye devam etmek. Sinema tarihi daha yeni bir alan, topu topu 125 senelik bir tarihten söz ediyoruz. Bu süreç içindeki önemli noktalar hala daha belirginleşmeye devam ediyor. Bu tarihi nüanslarla daha iyi anlamaya çalışmak, bu yolla zenginleştirmek araştırmacılar olarak bizim görevimiz.

Arşivciler olarak da geçici modalara, heveslere ve reklam kampanyalarına kendimizi kaptırmadan filmlerin arşivlenmesi ve gelecekte de izlenebilir olması için çalışmalıyız.