Akasya Yaşlı Bakım ve Yaşam Merkezi kurucusu Kemal Olgaç’la söyleşi: “Yaşlanmak bir hastalık değil”

Boğaziçi Üniversitesi Makina Mühendisliği Bölümü 1975 yılı mezunlarından Kemal Olgaç 2014 yılında kurduğu Akasya Yaşlı Bakım ve Yaşam Merkezi’ni Boğaziçi Dergi’ye anlattı. Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği’nin (BÜMED) Ekim 2015 sayılı Boğaziçi Dergisi’nde Şenay Çınar’a konuşan Olgaç, bu fikrin nasıl doğduğuna ve sektörün ülkemizdeki durumuna dair önemli tespitlerde bulundu.

Öncelikle kariyer hayatınızdan bahsedebilir misiniz?

Robert Koleji’ne girip 1975’te Boğaziçi Üniversitesi’nden mezun oldum. Daha sonra, şimdiki adıyla Koç Allianz Sigorta A.Ş., Koç Allianz Hayat ve Emeklilik’te üst düzey yöneticilik yaptım. Geçen senenin sonunda oradan ayrıldım. Şimdi Acıbadem Sağlık ve Hayat Sigorta A.Ş.’nin yönetim kurulundayım. Malezya hükümetinin stratejik yatırım fonu olan Khazanah Grubu’na bağlı Avicennia Capital Sdn Bhd ve Acıbadem Sağlık ve Hayat Sigorta A.Ş.'nin bağımsız yönetim kurulu üyesiyim. Bir de Koç Holding’in bağımsız yönetim kurulu üyesiyim. Bu şirketin, Akasya Bakım ve Yaşam Merkezi’nin de yönetim kurulu başkanıyım. Aşağı yukarıda otuz altı senedir sigortacılık yapıyorum. Yaşlılara yönelik çalışmamız ise çok genç ve yeni.

Uzun sigortacılık deneyiminiz sonrası böyle bir yer kurma fikriniz nasıl doğdu?

Birbirine çok bağlı aslında. Çünkü sigortacılık yaparken, özellikle hayat ve emeklilik sigortaları planları yaparken, Türkiye’nin demografik yapısına çok aşina oluyoruz. Beklenen ömür, mortaliteler… Dolayısıyla seneler boyu Türkiye nüfusunun gelişimine çok ilgi gösterdik. Türkiye’nin o demografik yapısını görünce zaten bir ivme görmedik; Türkiye’nin yaşlandığını gördük. Dolayısıyla bu yaşlanma bize acaba Türkiye’de yaşlılara yönelik birçok proje nasıl olur fikrini getirdi. Çünkü bütün diğer yaşlanmış ülkelerde yaşlılara yönelik bir program, enstitü ve vakıf var. Biz de böyle bir yer kurarak yaşlanan Türkiye’nin ihtiyacına bir çözüm bulabilir miyiz fikrinden yola çıktık.

Bu, işin birinci yanı. İkinci yanı da tabii ki, ailemizdeki yaşlılar oldu. Özellikle annemin rahatsızlığı, bu tür yerlerde yaşamış olması beni Türkiye’deki diğer yerlere göre daha üst seviyelerde olan bu projeyi hayata geçirmeye teşvik etti. Bu nedenlerle deneyelim dedik.

Türkiye’deki durumdan biraz bahsettiniz. Türkiye’de yaşayan insanların yaşlılık merkezleri konusundaki tutumunu genel olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

Dediğim gibi Türkiye çok hızlı yaşlanıyor ve şimdi altı milyon civarında yaşlı var. Bu rakam önümüzdeki on beş yirmi sene içinde on iki milyona çıkacak. Türkiye bir ülke kadar yaşlı insana sahip olacak. Buna birçok tarafın el atıyor olması, ülkeyi yönetenlerin de bu konuyu düşünüyor olması lazım. Sosyal Sigortalar Kurumu’nun planlar yapıyor olması ve özel sektörün de bu konuyla ilgilenmesi gerek. Biz baktığımızda yaşlı bakım merkezleri ya da huzurevi diye tabir edebileceğimiz yaşlıların yaşamlarını sürdürebilecekleri yerlerin kalitesinin geride olduğunu gördük. Bunun birçok nedeni var. Birinci nedeni yaşlanmamız tam olarak idrak edilebilmiş durumda değil. Dolayısıyla buna yönelik politikalar, teşvikler, mevzuat yeterli biçimde gelişmemiş. Gelişecek tabii ki. Dolayısıyla bu tür bir hareketlenme olmadığı için buna yönelen insanlar da apartmandan bozma yerlerle bu işi yapıyorlar. Ve tabii henüz aileler yaşlılarına kendileri bakmak istiyorlar hâlâ. Yaşlılara böyle merkezlerde baktırılması düşüncesi kültürel olarak, ailelerde isteksizlik yaratıyor. Yaşlıları böyle yerlere emanet etmek sanki onlara ihanet etmek gibi algılanıyor. Bu kültürel bir şey. Her ülkede eminim olmuştur. Bizde de henüz aşılmış değil. Dolayısıyla bu aşılmamışlık, mevzuat eksikliği, teşviklerin olmayışı böyle yerlerin henüz istenilen seviyeye gelmesine engel teşkil ediyor. Ama bir an evvel başlamak lazım ki dediğim gibi teşvikler olduğunda, mevzuat değiştiğinde biz de hazır olalım. Bu nedenle dedik ki burası tam bir yaşlı bakım merkezi olsun, onların ihtiyaçlarına yönelik olarak kurgulansın. Gıdalarından sosyal olarak gelişimlerine kadar hizmet verebilen bir yer yaratalım dedik, nitekim de yaptık.

Pekiyi, nasıl hizmetler sunuyorsunuz? Çünkü sanırım belirli hastalıklara sahip insanlar için de hizmetleriniz var.

Evet, burada çeşitli konuklarımız oluyor. Bir kısım, sağlıklı; işini az yardımla ya da hiç yardımsız sürdüren birileri olabilir. Bir kısım Alzheimer hastası olabilir. Bir kısım yatağa bağlanmış olabilir. Her birine tabii farklı yaklaşmak ve her birini farklı ağırlamak lazım. Dinç, sağlıklı kişilerin tabii ki sağlıklarını kontrol ediyor, onları hekim kontrolü altında tutuyor olmamız lazım. Yaşlanmak bir hastalık değil; ama yaşlıları yaşlarına göre yaşatmamız lazım. Bu sebeple mutfağımız ona göre oluşturulmuş durumda. Onların diyet yemeklerini yapıyoruz, beslenmelerini o şekilde takip ediyoruz. Rahatsızlığı olanlara da tabii ayrı ihtimam lazım.

Alzheimer olanlar ise büyük oranda bizim yardımımızla yaşıyorlar. Kimisine beslenmesine kadar yardımcı oluyoruz. Onların özbakımlarını biz üstleniyoruz. İlaçlarını çok dengeli ve kontrollü vermemiz lazım; onu takip ediyoruz. Alzheimer olan hastaların yaşam yerlerinin çok renkli renkli olmaması lazım. Bütün bunlara bilimsel olarak bu hastalığın gereği çerçevesinde bakıyoruz. Yatağa bağımlılar ayrı bir şekilde tabii. Onların örneğin yatak yarası olmaması lazım, pozisyonlanmaları gerek. Dolayısıyla her konuğun ihtiyacına göre burada hizmeti geliştirmiş durumdayız. Psikoloğumuz, doktorumuz, sosyal hizmet uzmanımız var. Onları sosyal hayata tutundurmaya devam ettirmemiz lazım. Yaşlı diye kapanmamaları lazım. Ekibimizle bu ihtiyaçları gideriyoruz.

Türkiye’de bir kültürel önyargı olduğunu söylediniz. Burada bunu yıkmak için özel bir uygulama yapıyor musunuz? Ne gibi tepkilerle karşılaştınız?

Aslında o kültürel önyargıyı kırmak için bizim insanlara yardım etmemiz okyanusa taş atmak gibi. Burayı seçip gelenler zaten o kültürel önyargıyı bir miktar aşmış insanlar; ama burayı araştıranlara, yaşlılarımız için ne yapabiliriz diyenlere özellikle evlerine gidip bilgi veriyoruz. Bunun aslında böyle olması gerektiğini, aslında yaşlıları evde yalnız, bakıcılar eşliğinde değil de burada bilimsel bilgiler ışığında yaşatmak gerektiğini anlatıyoruz. Basına aracılığıyla da bilgi veriyoruz; ama bu çok uzun bir süreç. Oysa her dört aileden birinde yaşlı yaşıyor. Ülkemizde yalnız yaşayan insanların %40’ı yalnız ve yaşlı. Dolayısıyla bu önyargıyı yıkmak sadece bizim çabamızla olabilecek bir şey değil. Bunu aşmaya siyasilerin de, ülkeyi yönetenlerin de yardımcı olması lazım. Bu tür yerlere belki teşvikler yaparak belki buradaki maliyetlerin bir kısmını devletçe üstlenerek bunu biraz daha hızlandırmak lazım. Aksi takdirde Türkiye’de insanlar yaşlanıyorlar ve ölümü bekliyorlar. Bu işi bilmeyen insanların elinde hızla tükeniyorlar. Bunun engellenmesi lazım. Diğer bütün gelişmiş ülkelerde olduğu gibi...

Burayı açarken belirli bir amacınız var mıydı? İleriye dönük amaçlarınız nelerdir?

Dediğim gibi, burayı açarken herkesten daha iyi olalım düşüncesiyle başladık. Ama esas amacımız, bu konsept. Burası nasıl bir konsept? Dikkat ederseniz burası bir klinik gibi değil. Bura yaşanası bir ev havasında, 40-45 kişilik bir yer. Burayı 150-200 kişilik bir yer yaparsanız burası klinik gibi bir yer olur. Biz böyle bir şey istemiyoruz. Onun için İstanbul’da başlayarak, değişik muhitlerde sekiz on tane daha böyle küçük ev oluşturmak istiyoruz. İnsanlar yaşlılarına yakın olmak istiyor. Dolayısıyla kocaman ve uzakta bir yer yerine küçük küçük, insanların yaşlılarına yakın olduğu yerler planlıyoruz. Akşam yakınları işten dönerken uğrasın, alsın çorbasını getirsin. Bu amaçla küçük sekiz on tane yerle devam edeceğiz. Belki günün birinde kırsala da yer açıp şehir içinden bunalan yaşlılarımızı konuk edebiliriz.

Boğaziçi Üniversitesi bu anlamda sizlere neler kattı? Okulla bağlantılarınız hâlâ sürüyor mu?

Okulun Mezunlar Derneği’nin oluşumunda ilk adımların atılmasında emeği geçen birisiyim. Bugün geldiğimiz noktayı tabii ki her zaman okulumuza bağlıyorum. Bize verdiği özgür düşünceyi bugün artık lise gibi olan üniversitelerde göremiyoruz. Boğaziçi Üniversitesi ve Robert Koleji bize o özgür düşünceyi aşıladı. Bu düşünceyle zaten biz iş hayatında başarılı olduk. Yeni fikirlere, araştırmaya açık olduk. Dolayısıyla okulumuzun bizi yetkin bireyler olarak yetiştirdiğini düşünüyorum. Umarım halen öyledir. Üniversiteyle ilişkim son iki üç yıla kadar sürdü. Gerek bursların verilmesinde gerek Mezunlar Derneği’nin aidatlarının ödenmesinde... Ama birkaç yıldır artık görevimizi yaptığımızı düşündüğümden geri plandayım.

Boğaziçi, müthiş bir okuldur. Onun bir parçası olmaktan, orada yaşamış ve evlenmiş olmaktan müthiş bir memnuniyet duyuyorum. Boğaziçi mezunlarının çok daha özgür görüşlü insanlar olması nedeniyle onların bu tür merkezlere daha sıcak baktıklarını düşünüyorum. Onların her birinin buraya gelip gezmesini ve yakınları için bir alternatif olabilir mi diye düşünmelerini istiyorum. Okulun değişik işler yapan mezunlarından biriyim. Bu mezunlara ve belki okuyanlara fikir verebilir, ufuk açabilir diye düşünüyorum.