İyi edebiyat okurunu bulur!

Kendi deyimiyle ‘’Hayatının en güzel 10 yılını’’ Boğaziçi’nde, orta kantinde, çimlerde, yüzme havuzunda ve öğrencisi olduğu Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde geçirdi. Lisans ve yüksek lisans eğitimini Boğaziçi’nde tamamladıktan hemen sonra dünyayı keşfetmek üzere yollara çıktı. UCLA’de doktora yapmak üzereyken yazar olmaya karar verdi… İlk romanı Saklambaç 2014’te, Emanet Zaman (Doğan Kitap) 2016’da ve Yaz Sıcağı (Doğan Kitap) 2017’de basıldı. Halen Atina ile İstanbul arasında yaşıyor; roman ve modern toplumda yaşayan insanın psikolojisini araştıran yazılarını yazmayı sürdürüyor. Aynı zamanda yoga eğitmeni olan Defne Suman ‘’Boğaziçi yıllarımı düşünmediğim bir günüm bile yok. Ruhumun bir parçasını orada bıraktım’’ diyor. Suman ile edebiyat, kitaplar, yoga ve Boğaziçi yıllarını konuştuk.

Kendinizden biraz bahsedebilir misiniz?

Defne Suman- İyi kitapların yazarı olarak tanınmak isterim. Benimkinden önce kitaplarımın ismi hatırlansın. İnsanların aklında hikâye kalsın, yazarın adı sanı değil. Aslında ben tanınmak değil, şahsen tanışmak isterim insanlarla. Tuhaf belki ama şahsen tanışmadığım insanlar tarafından tanınmak beni kaygılandırıyor. Her neyse...

İsmim Defne. Hayatımın on yılını Boğaziçi Üniversitesi’nin sosyoloji bölümünde, çimlerinde, orta kantinde, aşağıdaki yüzme havuzunda geçirdim. Bu on yılın son üçünde bölümde araştırma görevlisi olarak çalışıyordum. Öğle tatillerinde Rumelihisarı’ndaki büfeden bol soslu sosisli sandviç alıp Ali Baba’nın kahvesinde büyük su bardağında gelen çayımla içtim, tek başıma denize bakıp roman okudum. (öğle tatilimizi uzundu) Hayatımın en güzel on yılıydı. Bugünkü kimliğimin hamuru o yıllarda tanıştığım insanlar, okuduğum kitaplar ve o zamanlarda yaşadıklarımla yoğruldu. Yogayı geleneğine uygun bir biçimde öğretmeyi amaçlayan bir okulun öğrencisi ve öğretmeniyim. Roman yazıyorum. Atina’da yaşıyorum. Türkiye’de sadık bir öğrenci ve okur kitlem var. Sık sık onlarla bir araya gelmek üzere İstanbul’a, İzmir’e seyahat ediyorum.

Bir konsere gittim hayatım değişti!

Yaşadığınız hayatı siz mi seçtiniz yoksa her şey bir şekilde bu noktaya mı geldi?

Filmi geriye sarıp baktığımda benim seçimimin sandığım kararların hasbelkader hayatıma girmiş insanların, kitapların, sanatçıların sayesinde verildiğini görüyorum. Meselâ, 1988 yılında bir yaz akşamı Açık Hava Tiyatrosu’nda Joan Baez’i dinlememiş olsaydım, toplumsal olaylara merak duyar mıydım, dünyadaki adaletsizliğe ve şiddete karşı hassasiyetim gelişir miydi? Bunun devamı olarak sosyoloji okumaya karar verir miydim? Muhtemelen evet. On dört yaşındaki bir çocuğun Joan Baez’den o denli etkilenmesi ve bir gece içinde sosyoloji okumaya karar vermesi için zaten belli bir kıvama gelmiş olması gerekir. Kim getirmiştir o çocuğu kıvama? Kendisi değil. Çokça ailesi, biraz okulu ve arkadaşları. Böyle bakınca başıma gelmiş iyi ya da kötü hiç bir şeyden kendimi pek sorumlu tutamıyorum doğrusu. Bir konsere gittim ve hayatım değişti. O güne kadar oyuncu olmak istiyordum. O günden sonra “topluma faydası dokunacak bir iş” yapmak istediğime karar verdim. Boğaziçi Üniversitesi sosyoloji bölümünü gözüme kestirdim. Sonraki üç yıl boyunca canla başla bu bölüme girmek için çalıştım. Buradan bakınca ise aklıma koyduğum her şey için gözümü kararttığımı söyleyebilirim. Belki de şöyle demeliyiz: Hayallerime kavuşmak için çok çalıştım ama hayallerimin ne olacağına hayat karar verdi.

Dedeniz Prof. Macit Gökberk veya ailenizdeki başka insanların böyle bir hayat seçmenizde/sahip olmanızda etkisi oldu mu?

Beni ben yapan unsurların büyük çoğunluğunu ailemden aldığıma eminim. Çocukluğumda dedem Macit Gökberk ve nenem Zahide Gökberk ile bolca vakit geçirdim. Büyükada’da bir evimiz var. Dedeme de babasından kalmış. Annem ile teyzem de orada büyümüşler. Ben ve kuzinim de yaz tatillerimizi o evde dedemiz ve nenemizle beraber geçirirdik. Dedemin çalışma masası ile bizim oyun odamız aynı yerdeydi. Biz kuzinim Esin’le bir köşede evcilik oynarken dedem aynı odanın diğer köşesinde yazardı. Şimdi düşünüyorum da, ne tatlıymış. O zamanlar biz dedemi fark etmezdik bile. Bütün gün köşesinde, okuyan yazan bir dede. Sabahları odasında jimnastik yapar, kadınlar uyanmadan kahvaltıyı hazırlar, gün batımında bir kadeh viski içer, yanında fıstık yer. Tüm bu özellikler, günlük adetler ruhuma nüfus etmiş. Büyüdükçe anladım. Uzun bir yaz gününü masa başında okuyarak, yazarak geçirmek sıradan bir şeydi benim için. O yüzden belki de tek başıma ders çalışmak benim için asla bir sorun olmadı. Aileden gördüğüm buydu. Annem de profesördü. O da akşamları geç saatlere kadar daktilo başında otururdu. Teyzem de öyle. Nenem çeviri yapardı. Uzun mektuplar yazardı. Herkesin masa başında çalıştığı bir evde büyümek beni yazıya ve yalnızlığa yatkın kıldı. Ancak şunu da eklemeden edemeyeceğim: Dedemden çok nenem Zahide Gökberk bana esin vermiştir. Nenem gerçek bir edebiyat aşığıydı. Lisedeki o çok sıkıcı divan edebiyatı şiirleriyle dolu kitabı kucaklayıp onun yanına gittiğimde bana şiirleri öyle güzel açıklardı ki birden tüm Fuzuli’ler, aruz veznine saklanmış bülbüller, güller canlanırdı. Nenem edebiyat okumak istemiş ama dedeme aşık olunca kaydını felsefe bölümüne yaptırmış. İyi okur, iyi yazardı. Evdeki romanlar çoğunlukla onundu. Sanırım onun yarım kalan hayalini şimdi ben tamamlıyorum.

Boğaziçi yıllarınız, sosyoloji bölümü, kulüpler vesaire… geriye dönüp baktığınızda aklınıza neler geliyor?

Boğaziçi yıllarımı düşünmediğim bir günüm bile yok. Ruhumun bir parçasını orada bıraktım. Bunu olumsuz anlamda söylemiyorum. Nostalji bile değil. Bir elçi gibi bıraktım o parçayı orada. Bana o zamandan hatırlatmalar yapıyor. Çocukken de büyüklüğüme mektuplar yazardım. Sakın bir zamanlar anaokulunda çektiğin acıları unutma, gibi notlar düşerdim geleceğe. Boğaziçi yıllarından bugüne ise tam tersi mektuplar geliyor. O yılların tazeliğini, heyecanını, çimenlerin bahardaki kokusunu, kafamız bize anlattıkları bir konu sayesinde açılıp nihayet ufkumuz genişlediğinde hocalarımızın gözlerinde çakan ışığı, Orta Kantin’den alınan patatesli börek ile çayın tadını sakın unutma diyor orada bıraktığım elçi. Hiç unutmadım. Boğaziçili olmak belki de böyle bir şeydir. İnsanın ruhunun bir parçasının hâlâ TB’deki bir derslikte ya da çimenlerde oturuyor oluşu. Sabahları Cihangir’den Bebek’e bisikletle gelirdim. 19 Mayıs sonrası ise bisikleti aşağıya kilitleyip havuzda yarım saat yüzerdim. Sonra yürüyerek bölüme çıkardım. Sosyoloji bölümünde üç sene asistanlık yaptım. Toplamda on yılımı üniversitede geçirim. Büyükada’daki ev bir esin kaynağımsa, Boğaziçi Üniversitesi diğeridir.

Sosyoloji eğitiminin yaptığınız işlere etkisi oldu mu? Yazarlık deneyimi içinde bunu nasıl aktarabilirsiniz?

Boğaziçi Üniversitesi’nin sosyoloji bölümünde öğrendiğim her şey (çok sıkıldığım istatistik dersi bile) hayatımın her anında benimle birlikte oldu, oluyor. Hocalarımız bize sıradan teori öğretmediler. Hocalarımız bize etrafa bakıp da görünmeyeni görmeyi öğrettiler. Görüneni herkes yazıyordu. Peki ya perde arkasında neler oluyordu? Aleni olanı hemen kabul etmek yerine fonda işleyen dinamiği gösterdiler bize. Duygusal tepkilerimizin ve aileden gelen şartlanmaların ötesinde toplumu organik bir varlık olarak kavramanın yolunu öğrettiler. Kabul görmüş değerleri sorgulama ve gerektiği yerde alt üst etme pratiğini de Boğaziçi’nde edindim. O kadar kıymetli bilgilerdi ki bunlar sadece yazarken değil tüm ilişkilerimde kullandığım ömürlük bir hazineyle mezun oldum ben okuldan. Romanlarımın hepsinde sosyolojinin izlerini bulabilirsiniz. Hatta ilk romanım Saklambaç’ı yüksek lisans tezimden esinlenerek yazmıştım. Diğer romanlar da ben öyle niyet etmesem bile döner dolaşır, bir takım tabulara, konuşulmayan tarihi ve toplumsal konulara dokunur.

UCLA doktora bursunu reddetti, yazarlığı seçti

Yogaya nasıl başladınız? Hayatınızda yoga olmasaydı nasıl olurdu diye düşünüyor musunuz hiç?

Yogaya Tayland’da başladım. Boğaziçi Üniversite’sinde yüksek lisansımı tamamladıktan sonra dünyayı gezmeye karar verdim. Şimdi bunu böyle söyleyince çantamı sırtladım ve neşeyle yola çıktım gibi geliyor kulağa. Aslında sancılı bir dönemdi. Ailemin akademik kariyer geleneğini ve UCLA’den gelen sekiz senelik tam burslu doktora kabulünü elimin tersiyle itmemi gerektiren bir karardı. İttim de. Akademik kariyer yapmak istemiyordum. Hocalarım ve ailem çok üzüldü. Sırf onları üzmemek için Kaliforniya’ya gidip doktora yapmayı bile düşündüm. Derken bir sabah Boğaziçili dostum rahmetli Dicle Koğacıoğlu’yla konuşuyorduk. Daha doğrusu ben kararsızlık içinde sızlanıyordum, o kahve içiyordu. Doktoraya mı gitsem, burada mı kalsam? Birden konu romanlardan açıldı. Arundhati Roy’un Küçük Şeylerin Tanrısı o aralar yeni yayımlanmıştı. Biz tüm sosyoloji öğrencileri ağzımızın suları akarak ve “işte bu!” nidalarıyla romanı okumuş, gözyaşları içinde bitirmiştik. Dicle’ye dedim ki, “bizim senelerce uğraşarak, didinerek yazdığımız doktora tezlerimizde söyleyebileceğimiz her şeyi ve çok daha fazlasını kadın romanında yazmış işte.” Dicle yerde bağdaş kurmuştu. Elinde kahve kupasını tutuyordu. Başını kaldırdı ve bana baktı sonra da dünyanın en basit gerçeğini yüzüme vurdu: “Roman yazabileceğine inanıyorsan, elbette doktoraya filan gitme. Hemen otur romanını yaz.”

O gün doktora bursunu reddettiğimi aileme açıkladım. Ne yapacaksın peki, dediler. Öfkeyle, acıyla, hayal kırıklığıyla. Bilmiyordum. Amacım yoktu. Param da. Gönüllü öğretmenlik yapabileceğim işler buldum. Bali’de, Laos’da, Tayland’da. Yogaya da Tayland’ın kuzeyindeki küçük bir kasabada başladım. Başladığım anda da doğru yolda olduğumu hissettim. Müthiş şanslıydım. Çok sıkı iki hocanın eline düşmüştüm. Onlar üç sene boyunca beni tepeden tırnağa terbiye ettiler. Sadık bir çırak oldum ben de onlara. Gitme vakti gelince de saldılar beni. İlk hocalarımı bıraktım ama yogayı bırakmadım. Ha, soruyorsunuz yoga olmasaydı hayat nasıl olurdu? Kesinlikle daha sıkıcı olurdu.

Yazarken hayatın içinden mi yoksa kurmaca mı yazmayı tercih edersiniz? Neden?

Kurmacayı tercih ediyorum ama kurmaca hayatın içinden geliyor zaten. Kurmacayı daha özgür buluyorum. Kulağa çelişkili gibi de gelse insanın içten yazması bir karakter aracılığıyla daha kolay oluyor. Gerçi ben yıllar içinde ve yoga sayesinde karanlığı ve gölgeleriyle ruhumu okura aktarmayı öğrendim (diye umuyorum) ama bazı şeyler var onları sadece karakterler aracılığıyla anlatabiliyorum. İşte kurmacanın özgürlüğü orada. Öte yandan bir dünya kurmak, çocukluğumuzdaki oyun kurmalar gibi çok zevkli bir şey. Emanet Zaman’ı yazdığım üç yıl boyunca 1900’lü yılların başındaki İzmir’de yaşadım. Karış karış şehri, hayatı, insanları ve hatta konuştukları dili bile öğrendim. Kurduğunuz dünyaya bir dalıp da yazmaya başladığınızda duyduğunuz haz hiç bir şeye benzemiyor.

Toplumsal olaylar yazarlığınızı etkiliyor mu? Etkiliyorsa nasıl?

Şöyle oluyor: Aklımı bir harita gibi düşünüyorum. Haritanın bir kıtası -büyükçe bir kıtası- ülkemde olup bitenle meşgul. O kıtada durduğum zaman kötülüğün vardığı son noktaya dehşet içinde bakıyorum. Ağlıyorum. Ne yapabilirim diye düşünüyorum. Yazıyorum. Başka yazarların yazılarını paylaşıyorum. Benim gibi düşünen insanların yanına sığınıyorum. Sonra akıl haritamın başka bir kıtasına yolum düşüyor. Oradan dünyaya bakıyorum ve tarihe. Kötülüğün tarihi içinde şimdinin sıradanlığını görüyorum. Uzayın sonsuzluğunda bizim gezegenin önemsizliğini hatırlıyorum. Küçük Şeylerin Tanrısına sığınıyorum: Dostluğa, doğaya, eşime, kedilerime, Leonard Cohen şarkılarına ve edebiyata. Ve yine yazıyorum. Bu kıtalar arasındaki yolculuğum gün içinde sürüp gidiyor. İyi ki de sürüp gidiyor. Tek bir kıtaya takılıp kalırsa insan delirebilir.

Türkiye’de roman yazarlığı ve özellikle kadın yazarlar için neler söyleyebilirsiniz?

Benim biraz eski moda bir düşüncem var: Bir eser iyi ise okurunu bulur. Bunu yetiştirdiğim yoga öğrencilerime de söylüyorum. Hoca iyiyse öğrenci onu bulur. Bir defa duyurmak yeter. Öte yandan romanlar açısından (yoga dersleri de böyle ya) öyle bir tanıtım bombardımanı var ki kitabınızı yayınevine teslim edip de bir yenisini yazmak üzere odanıza çekilemiyorsunuz. Edebiyatçıların fildişi kulelerinde yaşadığı zamanlar sona erdi. Okur ile gerek sosyal medyada, gerekse imza günlerinde, seminerlerde, fuarlarda buluşmak, tanışmak gerekiyor. Bunda bir sorun yok. Benim şahsen okurlarla buluşmak çok hoşuma gidiyor. Kurduğunuz dünyada gezmiş, karakterlerinize bağlanmış, onların kaçınılmaz kaderlerine kahrolmuş insanlarla aranızda olağanüstü güzel bir bağ kuruluyor. Ve hâlâ iyi eser okurunu bulur diye düşünmeye de devam ediyorum. Benim sorumum eserin yazarına indirgenmesi ki bu kadın yazarlarda daha da belli oluyor. Genç kadın yazarlardan sosyal medyada güzel yüzlerini göstermeleri bekleniyor. Ne kadar hoşsanız, o kadar çok takipçiniz oluyor. Kitaplarınız o kadar çok okunuyor. Önce yazar tanınıyor, sonra sıra kitaba geliyor. Elbette diyebilirsiniz ki iyi edebiyat ile çok okunma aynı şey değil ki. Bu noktada ben eski moda inanışıma dönüyorum: İyi edebiyat okurunu her halükarda bulur.

Hâlâ “biraz daha büyümeyi” bekliyorum

 Gelecekle ilgili ne gibi planlarınız var? Yoga ve yazarlık deneyimlerinizi nereye götürmek istiyorsunuz?

Yaşım kırk dört. Ben büyüdüğümün ayrımına daha yeni yeni varıyorum! Hâlâ birçok şey için “biraz daha büyümeyi” bekliyorum. Bir ev almak mesela bana inanılmaz bir şey gibi geliyor. Ancak yetişkinler yapar öyle şeyleri. Eşimle beraber işlettiğimiz bir okulum olsun istiyorum. Büyükada’da ya da bir Yunan adasında olabilir. Az biraz bakımsız bahçesinde meyve ağaçları ve yabani otlar olan. O okulda yoga ve yaratıcı yazarlık dersleri verelim. İsteyen gelsin romanını yazmak üzere bir odasına kapansın. İsteyen bahçesini, isteyen mutfağını işletsin. Yetiştirdiğim öğrencilerim yogayı su katılmamış yöntemiyle ciddi ve sebatkâr başka öğrencilere aktarsınlar. Benim de orada kendime ait bir odam olsun ve romanlarımı yazayım. Sabahları aşağı inip yoga öğrencilerimle buluşayım. Uzun sıcak öğleden sonralarında serin köşelere çekilip okuyalım, yazalım. Böyle bir hayalim var. Ama dediğim gibi bunun için biraz daha büyümeyi bekliyorum. Şimdilik kurulu düzende yürümeye devam.

 

Söyleşi: Serdar Yetkin, Özgür Duygu Durgun/Kurumsal İletişim Ofisi