Boğaziçi Üniversitesi Kütüphanesi’nin önemli bağışçılarından Moris Farhi’nin ardından…

Dünya edebiyatı, fikirler tarihi, dinler sosyolojisi, dünya tarihi başlıklarında Boğaziçi Üniversitesi Kütüphanesi’ne yaptığı 19.363 adet kitap bağışı ile kütüphaneye tarihi boyunca en kapsamlı ve en zengin katkıyı sunan bağışçıların başında yer alan Türkiye asıllı Yahudi yazar Moris (Musa) Farhi 9 Mart tarihinde aramızdan ayrıldı. Moris Farhi ile Boğaziçi Üniversitesi Kütüphanesi arasındaki bağış anlaşması 13.11.2006 tarihinde dönemin rektörü Prof.Dr. Ayşe Soysal ve Moris Farhi tarafından imzalanmıştı.

Ailesi Sefarad Yahudisi olan Moris Farhi, 1935 Ankara doğumluydu. Farhi, Robert Kolej’den mezun oldu ve ardından Edebiyat Fakültesi’ne girerek 1954’te buradaki eğitimini tamamladı. İngiltere’ye giderek Londra'da Tiyatro Sanatları Kraliyet Akademisi'nde (Royal Academy of Dramatic Art - RADA) eğitim alan Farhi, 1956 yılında mezun olup Londra'da yaşamaya devam etti ve kısa aktörlük kariyerinden sonra kendini tamamen yazıya adadı.

Uluslararası PEN Kulübü'nün 1994-1997 yılları arasında Hapishanedeki Yazarlar Komitesinin (Writers in Prison Committee) İngiltere yönetici olan Moris Farhi, International PEN'in 1997-2000 yılları arasında Yazışma Komitesinde görev yaptı. 2001 yılında Kraliçe Elizabeth II adına İngiltere hükümeti tarafından MBE unvanına değer bulundu.2001 yılından beri Uluslararası PEN Kulübü'nün başkan yardımcılığı görevini sürdürmüş olan Farhi’nin Türkçe’de yayınlanan eserleri şöyle:  “Yabanda Yolculuk” (Yapı Kredi, 1998), “Genç Türk” (İthaki, 2005), Gökkuşağının Çocukları (İthaki, 2005), Atanmış Erkek (Everest, 2010)

Moris Farhi, 2008 yılında Şalom gazetesinin 60. kuruluş yıldönümünde “Doğu ve Batı Arasında Sıkışmış Bir Kimlik: Dünümüz, Bugünümüz ve Yarınımız” konulu toplantıda yaptığı konuşmada çok kültürlülük, çoğulculuk, farklılıklarla birlikte yaşam üzerine şu görüşleri ifade etmişti:

‘’Ben Ankara’da gençken, Yenişehir adlı bir semtte yaşıyordum. O günlerde Ankara, benim gibi eskilerin hatırlayacağı üzere yeni yeni gelişmekte olan bir şehirdi ve Yenişehir de adından anlayacağınız gibi Ankara’ya yeni eklenen bir bölgeydi. Şehrimizin ucunda “Bomonti” adlı bir bira fabrikası vardı, yanlış hatırlamıyorsam. Onun ardında ise Çingenelerin yaşadığı bir yer vardı. Çocukluğumun bir kısmını orada, Çingene çocuklarla oynayarak geçirdim. Günümüzde Çingeneler kendilerine “Roman” olarak hitap edilmesini tercih ediyorlar; ancak benim bildiğim ve beni kardeş bilen Çingeneler, bu eski ada bağlılıklarını koruyorlar. Onlar için “Çingene” adı, İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilerin öldürdüklerine bir saygı duruşu gibidir. Hâlâ Çingeneler ayrıma uğruyorlar, birçok Avrupa ülkesinde bildiğiniz gibi, zulüm görüyorlar. Bu sözcük, bu kişiler için bir selam anlamına geliyor.

Çingene arkadaşlarımdan birinin babası benim amcam oldu ve o, her işe yatkındı. Elektrik işlerinden marangozluğa, halı dokumacılığına kadar elinden her şey geliyordu. Barakasının ardında bir hurda yığını vardı ve bana Aladdin’in hazinesini andırırdı. Burada çok farklı malzeme vardı ve o, onlardan bir yedek parça üretebilme yeteneğine sahipti. Dostum ve ben büyülenmişçe saatlerce karşısında oturup, onun yaptığı işleri izlerdik. Kendisi genel olarak, orada oturanların ihtiyaçlarına cevap veriyordu. Bir gün bir telgraf sistemi icat etti, böylece dostum ve ben Mors Kodu’nda, 20 metrelik bir mesafe üzerinden birbirimize mesajlar gönderebilmiştik.

Ona o kadar hayrandım ki, şunu sordum: “Bu sayısız becerileri nereden öğrendiniz?”

Üstünde durmadan şunu söyledi:

“Benim babam bir Çingene’ydi ve bana at eğitmeyi öğretti. Bir Yahudi elektrik konusunda, bir Ermeni makinelerle ilgili, bir Rum marangozluk, bir Azeri dikiş ve dokuma, bir Kürt tuğlacılık, bir Laz ayakkabı tamirciliği, Arnavutluk’tan gelen bir kişi kaynak yapmayı, Sudanlı bir kişi yağmurda dansı ve bir Çinli bana nasıl yaylı enstrümanlar yapılacağını öğretti.”

Sonuncusu beni çok şaşırttı. “Türkiye’de Çinliler var mıydı?”

Gülümsedi ve dedi ki “Neden olmasın, burada Tanrı’ya şükür diğer bütün halklar var. Benim tanıdığım Çinli, Liverpool, diye bir yere doğru gidiyordu. Bilmiyorum neden; ama eminim ki onlara da yaylı çalgılar yapmayı öğretecektir.”

Bu yanıtı asla unutmadım. Onun altında yatan mesaj “çoğulculuk” ve “beraber yaşamanın mucizelerinin” bizi sadece zenginleştireceğiydi. Tüm gençliğim boyunca bu aklımdan hiç silinmedi. Bu şekilde farklı ırk, din ve uluslardan gençlerle arkadaşlık kurdum.

İstanbul’a geçtiğimde Robert Kolej’e gittim ve ondan sonra bir erişkin olduğumda da bu öğretiyi, hayatımın en önemli dersi olarak benimsedim. Bugün “çoğulculuk”, azınlıkların refahı ve onların kültürlerinin korunması, benim en önemli inancımdır… Çoğulculuk insanlığın sürdürülmesi için, bu durumda son derece önemlidir. Türkiye’de, Avrupa Birliği’nde çoğulculuk önemlidir. Türkiye bu noktada aslında, AB’nin parçası olmalıydı, diye düşünüyorum. Çoğulculuk, bana kalırsa diğer birçok ülkeye göre Türkiye’de daha kuvvetlidir. Çok kültürlü insanların beraber yaşaması etiği, aslında Osmanlı İmparatorluğu’nda gelişmişti. Çoğulculuk İslam’ın Altın Çağı’nda ortaya çıkmıştı ve daha sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun kendi sınırları altında, birçok millete davranışında çoğulculuğun yansımasını gördük. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda ilkelerinden biri haline geldi…’’.