Büyüme fetişizmi sosyal, ekonomik ve çevresel maliyetler getiriyor

Neoliberalizmin sosyal, ekonomik ve çevresel maliyeti ve çözüm arayışları üzerine kapsamlı bir kitap… Boğaziçi Üniversitesi’nde çevre, iklim, sosyal politikalar, enerji gibi alanlarda yapılmakta olan akademik çalışmalara bir yenisi daha eklendi. Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Fikret Adaman’ın, Concordia Üniversitesi öğretim üyesi Bengi Akbulut ve Rotterdam Erasmus Üniversitesi öğretim üyesi Murat Arsel’le birlikte derlediği, kapsamlı bir ekonomi-politik ve çevre politikaları çalışması olan “Neoliberal Turkey and its Discontents” başlığıyla kitaplaştı.

Fikret Adaman (Fotoğraf: Talat Karataş)
Fikret Adaman (Fotoğraf: Talat Karataş)

Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Fikret Adaman’ın akademisyenler Bengi Akbulut ve Murat Arsel ile birlikte derlediği, “Neoliberal Turkey and its Discontents’’ başlıklı kitap I.B.Tauris & Co. Ltd. tarafından kısa süre önce yayınlandı.

Uluslararası akademik camianın da ilgisini çeken kitap hakkında kent sosyolojisi, ekonomi politik, sosyal politikalar alanlarındaki çalışmalarıyla tanınan Boğaziçi Üniversitesi ve Koç Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Çağlar Keyder‘’Günümüz Türkiye siyasetinin sosyal ve kültürel karmaşıklığını akademik anlamda irdeleyen en iyi çalışmalardan biri’’ saptamasını yapıyor.  

SOAS öğretim üyesi Alfredo Saad Filho, kitabın Türkiye’nin neoliberal modernizasyonu üzerine canlılık ve tazelik içeren analizlerden oluşan önemli ve tekil bir örnek oluşturduğunu belirtirken, University of British Columbia’dan Leila Harris ise bu çalışmayı Türkiye’de son yıllarda gerçekleştirilen büyük ölçekli altyapı yatırımları, enerji, çevre ve inşaat projeleri üzerinden kalkınma, ilerleme adalet ve sürdürülebilirlik kavramları üzerine düşünenler için önemli bir başvuru kaynağı olarak nitelendiriyor.

Ağırlıklı olarak Boğaziçi Üniversitesi’nden akademisyenlerin çalışmalarını bir araya getiren kitapta Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Zeynep Kadirbeyoğlu, Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Tuna Kuyucu, Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü’nden Z. Umut Türem ve Tarih Bölümü konuk öğretim üyesi, İktisat Tarihi ve İktisat Teorisi profesörü Huri İslamoğlu’nun kaleme aldığı makalelere yer veriliyor.

Ayrıca Hande Paker (Bahçeşehir Üniversitesi), Sinan Erensü (Northwestern University), Ali Çarkoğlu (Koç Üniversitesi) ve Nazlı Konya da (Cornell University) kitaba katkıda bulunuyorlar.

Türkiye’nin çevre ve ekonomi politikalarında yaşanan dönüşüme dair ayrıntılı bir dökümün sunulduğu kitapta Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinin yanı sıra Osmanlı’dan bugüne devletin toprak ve mülk politikaları da inceleniyor. Ayrıca, Türkiye’de neoliberal dönüşümün ne koşullar altında hayata geçirildiği ve uluslararası boyutu da göz önünde bulundurularak tartışılırken, bu dönüşümün son 15 yıllık süreçte geldiği boyut irdeleniyor.

Kitap bu anlamda, Türkiye’nin 1980’lerde içine girdiği neoliberal dönüşümü, 2001 ve 2008 krizlerini ve AK Parti’nin bu süreçte iktidara geliş serüveniyle birlikte son 15 yılda neoliberal politikaları sırasında nasıl bir ivme kazandığını çevre politikalarını merkeze koyarak analiz ediyor. “İktidar partisinin politikalarının, tarihsel olarak Türkiye’deki kamu politikasına hayat veren kalkınma düşüncesinden esaslı bir farklılık göstermediğine” ancak belli bir dönüşüm geçirdiğine dikkat çekilen kitapta ‘’neoliberal modernizasyon’’ politikalarının inşaat, kentsel gelişme, tarım, gıda ve enerji gibi alanlardaki uygulamaları masaya yatırılıyor. Kitap ele aldığı konulara getirdiği zengin bakış açısıyla, günümüz Türkiye'sinde kalkınma, adalet, çevre ve sürdürülebilirlik gibi konulara ilgi duyan okurlar ve araştırmacılar için önemli bir başucu kaynağı…

Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Fikret Adaman ile bu kapsamlı çalışma üzerine konuştuk.

Türkiye'nin son 15 yılının ekonomi, çevre politikaları ve bu politikaların uzantılarıyla beraber kapsamlı analizler eşliğinde ele alındığı bu kitabın arka planı nasıl oluştu?

Fikret Adaman- Türkiye’de ufak bir ekip çevre ihtilaflarının politik alandaki yansımaları üzerine çalışmakta. 15 yıl önce bu sorunlarla ilgilenenlerin sayısı çok daha azdı ancak bu sayı günümüzde giderek artıyor. Epey genç sayıda arkadaşımız bu alanlarda çalışmaya yönelmiş durumda. Aslında bu çalışma benim Murat Arsel ile 2005 yılında edit etmiş olduğum ‘’Environmentalism in Turkey: Between Democracy and Development?’’ adlı kitabın devamı olarak mütalaa edilebilir.

Kitapta neoliberal ekonomi politikalarının yaratmış olduğu maliyetler farklı başlıklarla karşımıza çıkıyor, genel içeriğe biraz değinebilir miyiz?

Türkiye’de ‘’Büyüyelim evet, ama büyürken ortaya birtakım sorunlar ortaya çıkıyor. Bunları da zamanla çözeriz’’ gibi bir yaklaşım var. Bu yaklaşım çok büyük ölçüde A veya B partisinden bağımsız olarak öne çıkıyor. Yani partiler üstü bir bakış bu. Büyürken bu işin hem uzun dönemli maliyetlerini çok düşünmüyoruz hem de yerelde olabilecek sıkıntıları üzerinde pek kafa yormuyoruz.

Oysa bugün yaşadığımız çevre ihtilaflarının önemli bir kısmı bu tür maliyetlerin çok da ciddiye alınmadığı bir büyüme fetişizminden kaynaklanmakta.

Siz bir köyün kullandığı suyun üstüne arka arkaya üç tane HES yaptığınızda ve o köyün yaşam kalitesini düşürdüğünüzde, Türkiye’nin geri kalanı bu maliyetleri üstlenmiyor ama bu maliyetleri o köy üstleniyor. Dolayısıyla, o köyün bir karşı çıkma durumu oluyor. Kitapta bu tür hikâyeler var.

Ayrıca çevre meseleleri içinde nükleer, kent politikaları, tarımın çözülmesi, kentlerde yaşayanlar olarak ne yiyip ne içiyoruz konusunda yaşadığımız sorunlar var. Kitapta tartıştığımız bir diğer nokta enerji politikaları. Türkiye’de ciddi şekilde termik santrallere doğru bir yöneliş var. İmza atmış olduğumuz bir Paris İklim Değişikliği Anlaşması var; hatırlayacak olursak Cumhurbaşkanı anlaşmayı bizzat kendisi imzalamıştı.

Bir parantez açalım: Boğaziçi’nden hocamız, İklim Değişikliği ve Politikaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü Prof. Dr. Levent Kurnaz’ın iklim senaryoları alanında çeşitli çeşitli senaryo çalışmaları yapması söz konusu biliyorsunuz. Bu çalışmalarda Türkiye’nin sera gazı salımlarına katkısındaki artış hızı epey endişe verici görünüyor. Tanık olduğumuz üzere daha sık seller, sağanaklar gibi olağandışı hava olayları yaşıyoruz ve tüm bunlar iklim değişikliğinin işaretleri.

Büyüme sadece ekonomik parametreden ibaret değil

Türkiye'nin neoliberalizmle ‘80'lerle birlikte Turgut Özal döneminde tanıştığını düşünürsek kitapta Erdoğan'ın başbakan ve ardından 2014’te Cumhurbaşkanı olmasından sonra, var olan neoliberal ekonomi politikayı ''daha iyi'' uygulamaya koyduğunu belirtiliyor. Bu ''daha iyi'' tanımını biraz açmak gerekirse...

Mevcut hükümetin büyüme odaklı yaklaşımının genel kabul gördüğünü saptamış durumdayız. Bizim burada kurcalamamız gereken bunun ne kadar doğru olduğunu irdelemek ve bu kitapta da bunu yapmaya çalışıyoruz.

Evet, bir yandan Türkiye ekonomisi büyüdü, kişi başına düşen gelir yükseldi. Bunlar çoğu insan için pozitif göstergeler ama bunu yaparken ‘’Bu işin sosyal maliyetleri oldu mu, gelir dağılımında, servet dağılımında neler oldu, eğitimde ve sağlıkta nerelere geldik?’’ gibi soruların da düşünülmesi gerekiyor. Farklı alt başlıklar açmak gerekirse; toplumsal cinsiyet, insan hakları açısından ne durumdayız? Ve tabii, bir başka boyut ise, çevre açısından ne gibi maliyetler yarattık? Dolayısıyla kalkınmadan bahsederken bunu tek bir rakama indirgeyerek bakmak yanlış olur.

Türkiye, bu yıl bütün ülkelerin sürdürülebilir kalkınma hedeflerinin gerçekleştirilmesi açısından önemli zorlukları olduğunu gösteren Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri Endeksi’nde 67. sırada yer aldı. Türkiye’nin belli alanlarda kırmızı, belli alanlarda ise turuncu alarm verdiğini görüyoruz ki bu çok dikkate alınması gereken bir husus.

Büyürken büyümenin sosyal anlamda da maliyetleri olduğunu biliyoruz. Bu bakımdan kalkınırken sadece büyüyerek kalkınmanın doğru olmadığını düşünüyoruz. Kaldı ki o büyümenin de büyük ölçüde dışarıdan gelen sıcak para dediğimiz kaynakla finanse edilen kısmı oldukça yüksek. Bunun büyük ölçüde inşaat üzerinden icra edildiği de bir gerçek. Kitabımızda da bu alana dair çalışmalara yapılmış pek çok referans yer alıyor.

Sizin tabirinizle ‘fetişleştirilmiş’ büyümenin sonuçları üzerine yakın zamanda, hükümet kanadından hatta bizzat Cumhurbaşkanı’ndan aslında özeleştiri de geliyor. Dolayısıyla yöneticilerin bu sorunların farkında olduğunu düşünebilir miyiz gelinen noktada?

Sorunlar ortaya çıktıklarında onları dikkate aldığımızda bunların yadsınamayacak sorunlar olduğunu görmemek mümkün değil. Ancak bu sorunların oluşmaması için ne tür adımlar atıldığının düşünülmesi lazım.

Türkiye'de büyüme odaklı enerji ve inşaat projelerine baktığımızda (nükleer santral veya Boğaz'dan tüp geçit hariç) bu projelerin düşük insan sermayesi ve düşük teknolojiye dayandığı belirtiliyor kitapta yer alan ’Neoliberal Modernisation Cast in Concrete’ başlıklı sonuç makalesinde… Peki, istenilen hızlı ekonomik büyüme için bu unsurlar sağlam dayanaklar mı? Böyle bir büyüme kaç nesillik bir büyüme olur?

Türkiye’nin bu sayılan alanlardaki bilgi birikimi ve teknolojik altyapısı kötü değil. Ayrıca bu alanlarda harcanan paralar istihdam da yaratıyor, bunu da görmek lazım.

Ama şu da var;

Yol, köprü, baraj, havaalanı gibi yatırımların daha sonra ekonomiye katacağı katma değerler düşük. Yani siz bir yol yapıyorsunuz ama misal, bu bir üniversite değil—ülkenin bilgi birikimine bir katkı vermiyorsunuz.

Benim, Yahya Madra, Bengi Akbulut ve Şevket Pamuk’un 2014’te kaleme almış olduğumuz ‘’Hitting the Wall: Erdoğan’s construction-based, finance-led growth regime’’ başlıklı kısa makalede de belirtildiği gibi düşük katma değerli işlerin bir süre sonra duvara çarpacağı kesin.

Sağlığa, eğitime, insanların sağlıklı beslenmesi gibi alanlara yapılacak yatırımlar çok kabaca 20 yıl sonra geri dönüşü olan yatırımlar. Siz 5 yaşındaki çocuğa iyi bir eğitim vermeye başladığınızda o çocuk 25 yaşına geldiğinde daha iyi bir eğitim almışsa hayata atıldığında daha fazla katma değer yaratıyor. Hâlbuki bir yol yaptığınızda, belli açılardan bunun da bir katma değeri var ama beşeri sermayeyi artırma anlamında katkısı söz konusu değil.

Hande Paker'in makalesinde neoliberal kalkınmacılığın Türkiye'de devlet eliyle uygulanma araçlarından biri olan mega projelerin aslında bir ‘’Hegemoni İnşası’’ olduğu belirtiliyor. Bu saptamayı açabilir miyiz?

Ulus devletler hegemonyayı yaratırken sırf kültür, siyaset, ideoloji üzerinden yaratmıyor aynı zamanda bunu birtakım anıtsal büyük projeler üzerinden yapıyorlar. Örneğin bir baraj yapılıyor, bir mühendislik harikası… Ancak artık büyük barajlar Dünya Bankası açısından bile sürdürülebilir kategorisinde yer almıyor, dolayısıyla daha farklı çözümlere gitmemiz gerekiyor.

Toplumsal rıza ve alternatif arayışlar

Neoliberal kalkınmacılıkta toplumsal rızanın rolü önemli bir olgu. Yukarıda bahsettiğiniz maliyetlerin yükünü çeken geniş bir kitle de varken buna rağmen rızanın oluşmasını nasıl yorumlamak lazım?

Kitabın da aydınlatmaya çalıştığı temel sorunsal bu. Bu aslında Türkiye’ye spesifik bir mesele de değil. Dünyaya baktığınız zaman hayatımızla ilgili birçok kararın piyasa mantığına bırakıldığı, bir etiketin mutlaka yazıldığı bir ortamın herkes için ciddi maliyetler getirdiği çok açık. Bu, çok farklı ülkelerden zengin diyebileceğim bir literatür içinde de tartışılmakta. Tabii bunun alternatiflerini oluşturmak kolay değil. Alternatiflerin oluşmadığı noktada bu rıza devam ediyor.

Kitabın son bölümünde, Bengi Akbulut’un ‘’Commons Against the Tide: The Project of Democratic Economy’’ başlıklı makalesinde ‘’Bu alternatifler nedir’’e dair birtakım açılımlar var.

Türkiye’nin neoliberal kalkınmacılığında en önemli maliyet çevre alanında yaşanmıştır diyebilir miyiz? Örneğin ABD’de sağlık ve eğitim sisteminde ciddi zararlar tartışıldı. Türkiye için maliyet en çok hangi alanda?

Bunu bir mezuraya koyup; bakalım en fazla hangi alan etkilenmiştir, gibi bir soru olamıyor. Kolay bir cevabı yok bu sorunuzun. Bunu ölçüp biçmek de çok zor. Bence biraz kafa yapılarımız etkilendi diyebiliriz öncelikle. Neoliberal kafa yapısının içine girdiğimizden bu yana her şeyin bir fiyatı olduğunu, her şeyin satın alınabileceğini düşünmeye başladık. Tabii ki birtakım şeylerin fiyatı var ama birtakım şeylerin de fiyatının olmaması, daha farklı mekanizmalar üzerinden üretilmesi ve dağıtılması gerekiyor. Dolayısıyla bu yaklaşım erozyona uğradı.

Örneğin eğitim sistemi önemli bir darbe almıştır. Her ne kadar okuma yazma oranı artmış olsa da eğitim kalitesine baktığımızda, Pisa sonuçları ortada. Bu noktada Eğitim Reformu Girişimi’nin çalışmalarının altını çizmek gerekir.

Öte yandan son yıllarda TÜİK verilerine göre gelir dağılımı tekrar düşmeye başladı. Belli bir kesim yoksulluk sınırının dışına çıkamıyor. Sosyal hakları yok, kötü yerlerde yaşıyorlar, çocukları iyi eğitim alamıyor ve bu çocuklar anne-babalarının çalıştığı işlerde çalışmaya mahkûm. Bu da toplumun kabaca yaklaşık dörtte birini oluşturuyor, ancak bu kesime dair bir şey söylenmiyor.

Türkiye resmi rakamlar göre her gün ortalama beş işçinin öldüğü bir ülke. Soma’da olduğu gibi kitlesel ölümler yaşanmadığı sürece bu ölümleri de görmüyoruz.

Trump, Brexit, Avrupa’da da sağın ve ırkçı ve popülist politikaların yükselişi, İspanya ve Yunanistan'ın yaşadığı ekonomik krizler, Irak ve Suriye'de süren savaş hali, Ortadoğu'nun yeni haritası, göçmenler ve artan terör... Bu gidişatta sosyal yapı başta olmak üzere, çevreden enerjiye neoliberal politikaların mevcut halleriyle sürdürülme şansı üzerine öngörüleriniz?

Şunu görmeye başladık; devletler daha bir içine çekiliyor sınırlarını yükseliyorlar. Ulus devlete daha fazla vurgu yapılıyor. Kimi ülkelerde göçmen karşıtı ırkçı politikalar gündeme geliyor. Buralarda alternatifler oluşturmadan güçlü bir çıkışın yapılabilmesi mümkün değil.

Ancak yerel olarak, şu belediye veya şu bölgede daha farklı oluşumlar vücuda getirmek mümkün; sayıca az olsa da örneklerini görüyoruz. Keza Avrupa’da İspanya gibi ülkelerde makro anlamda alternatif yolların arandığını, bu konuda kaygılanıldığını görmekteyiz. Finansal piyasaların regüle edilmediği noktada ne gibi felaketlerin beraberinde geldiği anlaşılınca belli regülasyonlar getirildi.

Ancak 1960’lar 70’ler Avrupasında Keynesgil politikalara ve bürokrasinin egemen olduğu hiyerarşik yapıya da geri dönülmesini istemiyoruz. Aslında ‘60 ve 70’li yıllarda Avrupa’da pek çok devletin ‘’refah devleti’’ tanımına girecek çabaları oldu. Gelir-servet açısından çok daha dengeli bir yapı kurulmuştu.  Ama aynı zamanda ciddi bir hiyerarşik yapı vardı ve bu da insanlarda hoşnutsuzluk yaratmaktaydı. Dolayısıyla şimdi durum daha farklı; yerelde insanlara imkân açıcı ve kendilerini ilgilendiren durumlarda süreçlere doğrudan katılımlarına imkân veren mekanizmaların düşünülmesi lazım.

Kitabınız ekonomi ve çevre politikaları perspektifinde Türkiye'de yapılmış belki de bu kapsamda ilk akademik çalışmalardan biri... Hedeflediğiniz okur kim?

Bu sonuçta akademik bir çalışma. Bu alanları araştıran, bu sorunları düşünenlere seslenen bir çalışma ve tabii kuramsal tartışmalara da girdiği için biraz da Türkiye üzerine çalışanları ilgilendiriyor.

 

Söyleşi : Özgür Duygu Durgun- Talat Karataş / Kurumsal İletişim Ofisi

 

  • Fikret Adaman (Fotoğraf: Talat Karataş)
  • Fikret Adaman (Fotoğraf: Talat Karataş)