‘’Doğru bir tarih algısı için önce yaşadığınız toplumu anlamanız gerekiyor’’

Boğaziçi’ne önemli izler bırakan hocalarımızdan Prof. Dr. Zafer Toprak ile yeni kitabı ’Türkiye’de Yeni Hayat: İnkılap ve Travma’’ sayesinde kampüste tekrar buluştuk ve ‘’travma’’ların gölgesinde geçen yaşamından ve akademik kariyerinden önemli dönemeçleri dinledik...


‘’1914-1945 dönemi yüzyıllardır dünyanın kaderini belirlemiş bir kıtanın kendini tükettiği bir dönemdi. İmparatorlukların çözüldüğü bu coğrafyada kendi iradesiyle yönünü çizen tek  bölge ülkesi Türkiye oldu. Cihan Harbi'ni yitirmesine karşın Sevr’i tanımamış, direnmiş ve Milli Mücadele'yle yeni bir devlet kurmuştu. Ancak bağımlı ya da sömürge birçok ülkeye örnek olacak Türkiye, bağımsızlığı için yüksek bir bedel ödemişti. Ülke on yılı aşkın savaşlar sonucu beşeri sermayesini büyük ölçüde yitirmiş, Milli Mücadele sonunda bugünkü sınırlar dahilinde nüfusu 20 milyondan 12 milyona düşmüştü. Yeni ulus devlet yoksul bir ülke olarak yola çıkıyordu. Sağlık koşulları son derece kötüydü. Anadolu insanının yaşam umudu 30 yaşın altına düşmüştü. Çocuk ölümleri kimi hekimleri göre yüzde 90’a ulaşıyordu. Geçim derdi nedeniyle çocuk düşürme kadınlar arasında neredeyse  bir alışkanlık halini almıştı. Yoksulluk her geçen gün fuhuşu özendiriyordu. İntihar oranları her geçen gün artıyordu. Cumhuriyet Türkiyesi işte bu koşullar altında doğuyordu… Tüm dünyada bu tür köklü dönüşümler yer alırken Türkiye insanı bunalımı çok daha derinden hissetmişti. Bir kez koca bir imparatorluk çökmüş, Osmanlı insanının sadakatle bağlı olduğu saltanat ve hilafet son bulmuştu. Cumhuriyet’in reform kaygıları, seküler bir yaşam özlemi, Doğu kültür normlarını terk edip Batı medeniyetine geçiş süreci savaştan çıkan diğer ülkelere oranla Türkiye’de derinden yaşanan uyumsuzluklara neden olacaktı. Türkiye inkılapları ve toplumsal travmayı birlikte yaşayacaktı…’’

 Uzun yıllar Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü’nün müdürlüğünü yapmış olan Emeritüs Prof. Dr. Zafer Toprak’ın genç Türkiye’nin sancılı kuruluş yıllarını ve bu süreçte yeni toplumsal düzeni oluşturan düzenlemelerle eş zamanlı olarak yaşanan sosyal travmaları konu alan son kitabı ‘’Türkiye’de Yeni Hayat: İnkılap ve Travma’’ (Doğan Kitap, 2017) Türkiye toplumuna ve yaşadığı değişim sürecine ayna tutuyor.

‘’Çağdaş yaşam özleminin toplumsal travmaya dönüşümünün öyküsü’’ olarak nitelenen bu kapsamlı eser, kadınların, gençlerin, çocukların Cumhuriyet’in kuruluş yılları ve erken döneminde karşılaştığı sorunları ele alırken uzun savaş yıllarının neden olduğu buhran ve bunalımları, yoksullukla birlikte yükselen fuhuşu, intiharlarla sonuçlanan umutsuzluğu mercek altına alarak bir dönemin Türkiye toplumunun fotoğrafını çekiyor. Bugünü anlamak adına son derece anlamlı olan bu eser, özelikle Prof. Dr. Zafer Toprak’ın daha önce yayınlamış olan ‘’Darwin’den Dersim’e: Cumhuriyet ve Antropoloji’’, ‘’Türkiye’de Milli İktisat 1908-1918’’ ve ‘’Türkiye’de Popülizm 1908-1923’’  adlı kitapları ile birlikte düşünüldüğünde günümüz Türkiye’sini anlamak adına da önemli bir işlev üstleniyor.

1946 yılında doğan Zafer Toprak 1969'da Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Diplomasi ve Dış Münasebetler Bölümü'nü bitirdi. 1971'de Londra Üniversitesi'nde İktisat Tarihi alanında yüksek lisansını tamamladı. 1980 yılında İstanbul Üniversitesi'nde doktorasını verdi. Boğaziçi Üniversitesi'nde 1977-2013 yılları arasında tarih profesörü olarak görev yaptı. Tarih Vakfı'nın kurucu heyetinde yer aldı. Zafer Toprak'ın ''Türkiye'de Milli İktisat 1908-1918'', ''Türkiye'de Popülizm 1908-1923'', ''Türkiye'de İşçi Sınıfı 1908-1946'', ''İttihat Terakki ve Cihan Harbi: Savaş Ekonomisi ve Türkiye'de Devletçilik 1914-1918'', ''Türkiye'de Kadın Özgürlüğü ve Feminizm 1908- 1935'', ''Darwin'den Dersim'e Cumhuriyet ve Antropoloji'' başta olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş dönemi ve erken dönem süreçlerini kapsayan eserleri bulunuyor. Aynı zamanda önde gelen bir kitap koleksiyoneri olan Prof. Toprak'ın kurum tarihçiliği ve sergi küratörlüğü alanlarında da önemli çalışmaları bulunuyor.

1977’den itibaren 2013’e dek Boğaziçi Üniversitesi’nde görev yapmış olan Prof. Dr. Zafer Toprak ile ‘’Türkiye’de Yeni Hayat’’ kitabı sayesinde kampüste tekrar buluştuk ve ‘’travma’’ların gölgesinde geçen yaşamından ve akademik kariyerinden önemli dönemeçleri dinledik.

Hocam, siz 36 yıl Boğaziçi’nde hocalık, idarecilik yaptınız ancak yaşam öykünüze baktığımızda aslında Boğaziçi Üniversitesi’ne gelmeniz bazı tesadüfler sonucu gerçekleşmiş. Aslen Ankara Siyasal Bilgiler geçmişiniz nedeniyle orada hoca olmayı beklerken beklenmedik biçimde hayatınıza Boğaziçi girmiş… Bize biraz bu öyküyü anlatır mısınız?

Benim aslında Boğaziçi’ne gelmem söz konusu bile değildi. Öncesinde İstanbul’da St. Joseph’te okumuştum, bir noktada diplomat olmak için Ankara Siyasal’a girmiştim ve Siyasal’da tarihe olan ilgim başlamıştı. Biz 1968 nesli olarak Türkiye’nin tarihi üzerine kafa yoran, merak eden bir nesil olduk. Siyasal’da bizim sınıftan İlber Ortaylı, Mehmet Ali Kılıçbay gibi tarihçiler yetişti. İngiltere’den döndükten sonra asıl niyetim Siyasal Bilgiler’de hoca olmaktı ama uzunca bir süre, 2,5 yıl kadar, Siyasal’a kadro vermediler. O sırada Gündüz Ökçün dekanımızdı. Beni çok severdi. Ama bir türlü kadro çıkmıyordu.  Artık bekleyecek halim kalmamıştı. O sırada Boğaziçi’nden teklif gelmişti. Boğaziçi’nde imzayı attım. Tam bir hafta sonra Ankara’dan çağırdılar kadro çıktı diye, ama artık çok geçti.

Ancak Boğaziçi’ne gelmiş olmaktan çok memnunum. Burada çok şey öğrendim. Daha önce St. Joseph’ in sekiz yıllık eğitimi bende Kıta Avrupa kültürü oluşturmuştu. İngiltere’de yüksek lisans yapmama rağmen Anglo Sakson dünyaya açılmam Boğaziçi Üniversitesi sayesinde oldu. Kolay da olmadı; çünkü o sıralarda Humanities dersi, ki ders BTS’de verilirdi, bütün birinci sınıflar gelirdi. Düşünün, ilk defa ders vereceksiniz hayatınızda ve karşınızda 400 kişi var. O da yetmiyor, bölümün hocaları da en önde oturuyorlar. Yani bir nevi sınava girer gibisiniz. Rektörümüz Aptullah Kuran, bölüm hocaları Metin Kunt, Engin Akarlı, Heath Lowry, Günhan Danışman, Arda Denkel de katılırdı bu derslere. O dönemlerde tüm üniversiteye servis dersleri veriyorduk. Humanities dışında Avrupa Ekonomik ve Toplumsal Tarihi gibi bir ders de veriyordum.

O yıllarda epey velut bir yazardım. Çok sayıda makalem yayınlanıyordu. Bu sayede doçentliğimle doktoram arasında sadece bir yıl olmuştur.

Travmaların içinden geçen bir kuşağa mensup olmak

Siz Boğaziçi’ne geldiğinizde sene 1977. Türkiye 12 Mart’ı yaşamış ancak 12 Eylül kapıda. Ve Boğaziçi Üniversitesi dönüşüm sürecinin ilk evresinde.  Biraz dönemin manzarasına dair konuşabilir miyiz?

Bizim neslin aynı zamanda Boğaziçi Üniversitesi’nin kurucu nesli olduğunu görürsünüz. Boğaziçi Üniversitesi’nden geldiğim 1977 yılından emekli olduğum 2013 yılına dek kurucu rektörümüz Aptullah Kuran başta olmak üzere Boğaziçi’ndeki tüm rektörlerle çalıştım. 1992’de Atatürk Enstitüsü Müdürü oldum. Dolayısı ile 20 küsur yıl da üniversitenin senatosunda yer aldım.

Biz engebeli dönemleri aşmış bir nesiliz. Kişisel tarihimden örnek vermek gerekirse; çocukluğumdan itibaren üç önemli askeri darbe gördüm. Belki ilki değil ama özellikle 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 yaşamımızda epey kırılma noktaları oluşturdu. Yine de çok büyük darbeler yediğimi söyleyemem. 12 Mart’ta şansım yurtdışında (İngiltere’ye yüksek lisans için gitmiştim) oluşumdu. Ankara Siyasal’ı bitirip yurtdışına gitmiştim. Fakat benim öğrencilik yıllarıma mensup olanların bir kısmı aralarında Mesut Yılmaz, Hasan Celal Güzel’in de olduğu bazı isimler, daha sonra iktidarın başına geçtiler. Öte yandan bizim neslin diğer bir kesimi dağlarda telef oldu. Böyle bir nesiliz. Tabii bu çok travmatik bir durum.

12 Eylül de yine travmatik bir dönemden geçtik. Barış Derneği vesilesiyle ve Öğretim Üyeleri Derneği ile ilişkili olarak Selimiye’de iki kez sorguya çekildim. Sorgu sırasında Boğaziçili olmamın getirdiği avantajı yaşadım.  Sorgu basbayağı küfürle başlamıştı. İlk anda psikolojik bir çökertme uyguluyorlar. Ama Boğaziçi’nde hoca olduğumu söylediğimde hava değişti. Dolayısıyla, biz bu aşamalardan geçtik ve travma hayatımızın adeta bir parçası oldu.

Aynı günlerde Boğaziçi’nde hoca olan Binnaz Toprak ile evliyim, kızımız Ayşe doğmuş. Ben doktoraya başlarken aynı zamanda Boğaziçi’ne lecturer olarak işe başlamıştım. O koşullarda, 1980’in Aralık ayında doktora tezimi bitirdim ve aynı tarihlerde babam vefat etti. O zamanlarda çok genciz tabii ve böyle zor zamanlarda adrenalininiz yüksek oluyor. Belki de bu sayede bu zor şartların üstünden gelebiliyorduk.

‘’Koleksiyonerliğim sayesinde kitaplarımı evimden çıkmadan yazıyorum’’

Belirttiğiniz gibi çok sayıda makale yazdığınızı biliyoruz, hatta Academia. edu’nun en üretken yazarlarının başında geliyorsunuz. Üniversite dışına dönük çalışmalarınızdan bahsedelim dilerseniz…80 darbesi bir açıdan sizin üretkenliğinizi kamçıladı diyebilir miyiz?

İngiltere’den Türkiye’ye döndükten sonra 1977’de Toplum ve Bilim dergisini kurmuştuk Asaf Savaş Akat ve Sencer Divitçioğlu ile birlikte. Ama dergi ilk çıkmaya başladığında basacak yazı bulmakta zorluk çekiyorduk. Böyle olunca kaleme kuvvet ilk makalelerimi yazdım. Toplum ve Bilim’e baktığınızda zaman içerisinde en çok makale katkısında bulunan isim ben olmuşumdur. Beni mutlu kılan Toplum ve Bilim’in bugün hala yayın hayatına devam eden akademik bir dergi oluşudur. Kırk yılı geride bıraktı. Yine o dönemde her ne kadar üyesi olmasam da İşçi Partisi’yle dirsek temasım vardı.  Yine 1977 yılında İşçi Partisi’nin Yurt ve Dünya adında akademik bir dergisi çıkmaya başladı.  Oraya da müstear isimle, makaleler yazdım. O yazdıklarım bugün hala literatürde temel referans makaleleri olarak kabul edilir. Böylece daha doktoramı almadan çok sayıda makale yazdım ve yazıya alıştım. Ben çok hızlı yazan bir insanım. Yazı konusundaki üretkenliğimin en önemli sebeplerinden biri benim aynı zamanda bir kitap koleksiyonörü oluşumdur. Örneğin bu son kitabımı, Türkiye’de Yeni Hayat’ı kapalı devre, evden çıkmadan, herhangi bir kütüphaneye başvurmadan yazmış bir insanım. Bütün kaynaklar elimin altında. Bu da yazı tempomu çok yükselten bir faktördür.

12 Eylül sonrasında üniversitede kalacak mıyız gidecek miyiz, belli değildi. 1402’lik hocalar oldu biliyorsunuz. O nedenle bizim bir ayağımız dışarıda oldu. Ben de bu yüzden farklı projelere yöneldim. Yurt Ansiklopedisi gibi birtakım ansiklopediler çıkarmaya ve aynı zamanda kurum tarihçiliği yazımına ve sergi küratörlüğüne başladım. Bütün bunlar uzun yıllar bir arada gitti. 12 Eylül’ün baskı ortamı olmasa akademik kariyer ile yetinmek durumunda kalacaktık ancak ekonomik koşullar bizi dışarıda başka işler yapmaya mecbur kıldı. Yaptığım diğer çalışmalar sipariş üzerine yapılsa da aslında akademik türde çalışmalar oldu. Örneğin bir Anadolu Sigorta kitabına baktığınızda Türkiye’de sigortacılığın gelişimini görürsünüz. Her biri en az 1- 1,5 yılda yazılmış kitaplardır ve Türkiye’de hiç ele alınmamış konular olduğunu görürsünüz.

Tarih Vakfı’nın kurucusuyum. Biz Tarih Vakfı bünyesinde de bu tür kurumsal çalışmalar yaptık. Daha önce,  Yurt Yayınları’nı kurmuştuk. Üniversitelerden pek çok insan tasfiye edilmişti ve akademik dünya çökmek üzerelerdi. Biz de üniversitelere alternatif bir yayın etkinliğinde bulunmaya karar verdik ve Ankara’da Yurt yayınevini kurduk.  Çağlar Keyder, Şevket Pamuk, Korkut Boratav gibi isimlerden kitaplar Yurt yayınevinin ilk dönemlerinde çıkmıştır. Örneğin Mete Tunçay’ın ‘’Türkiye’de Tek Parti’’  adlı kitabı bizim ilk kitabımızdı. Ardından benim ‘’Türkiye’de Milli İktisat’’ kitabım çıktı. Bir noktada üniversite dışında bir literatür oluşturmak gerekiyordu. Biz bu anlamda çok önemli kitapları okurlarla buluşturduk. Tarih Vakfı baktığınız zaman tarihçiliğimize çok önemli katkılarda bulunmuştur.  Hatta bu katkının Türk Tarih Kurumu’na kıyasla daha fazla olduğunu söylemek mümkün. Sözlü tarih, historiyografi gibi kavramları ilk defa biz tanıttık. Türkiye’nin en kaliteli sosyal ve beşeri bilim yayın ekibini kurmuştuk. Aslında biz o birikimle Tarih Vakfını kurmuştuk. Vakıf kurulurken Yurt yayınlarının bu kitap stokları vakıf kurmak için gereken sermayeyi oluşturdu. Bugün bildiğiniz gibi yayınevi Tarih Vakfı Yurt Yayınları olarak hayatına devam etmekte. Türkiye’ye çıkan kitapların neredeyse yüzde 50-60’ı tarih kitaplarıdır. Neredeyse herkes tarihle ilgilidir

‘’Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü hiçbir zaman tarihe dar kalıplarla bakmadığı için alanında öncüdür’’

Biraz bu konunun üzerinde durabilir miyiz? Tarihin, bazı tarihsel olayların zaman zaman araçsallaştırılması, daha kaba bir tabirle gerektiğinde ‘propaganda’ malzemesi haline getirilmesi ülkemizde çok da alışılmadık durum değil. Tarihle aramızda neden böyle sorunlu bir ilişki var, nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tarih konusunda, daha çok devletin hizmetinde, devletin söylemini genç nesillere aktarmakla yükümlü bir ‘’bilim’’ olduğu yönünde bir algı söz konusu. Ulus devletin inşa sürecinde bir ölçüde buna ihtiyaç olmuştur ama bu algıyı aşabilmek gerekir. Tarih söz konusu olduğunda olguları yorumlamaktan çok anlamaya yönelik bir bakış açısına ağırlık vermemiz gerekir. Toplumu anladığımız ölçüde geleceğe dönük sağlam adımlar atabiliriz. Fakat sadece yorumlamakla yetinirseniz Türkiye’yi, yaşadığınız toplumu anlamakta zorlu çekersiniz.

Biz Türkiye’de olayları tarihselleştiremiyor ve bir türlü geçmişle barışamıyoruz. Her türlü geçmişi araçsallaştırabiliyor ve bunu deyim yerindeyse birtakım insanlara ‘’yutturabiliyoruz’’. Günlük siyaseti de tarihsel birtakım verilerle ve tamamen algılarla anlama çabası içindeyiz. Oysa biraz daha serinkanlı bakmak gerekiyor. Sağlıklı bir tarihsel bilgi olabilmesi için yavaş da olsa bu alanda bazı kımıldanmalar var. Ben çok sık Anadolu’ya gidiyorum. Anadolu üniversitelerinde çok düzgün tarih çalışmaları yapıldığını görüyorum ve bu nedenle kötümser değilim bu konuda. Ancak kurumsal bağlamda, zihniyet değişikliğine gitmek gerektiğini de düşünüyorum. O da zaman içinde olacaktır.

Bu anlamda Türkiye’deki en iyi tarih bölümünün Boğaziçi Üniversitesi’nde olduğunu söyleyebilirim rahatlıkla. Zira Boğaziçi Tarih bölümünün önemli bir boyutu misyonerliğe soyunmamış olmasından gelir. Burada tarafgirlik yaparak söylemiş olayım; açık farkla Boğaziçi Tarih kendi alanında öncü bir işlev görmektedir. Boğaziçi Tarih bölümünde dar anlamda bir tarih bakışı olmamıştır. Arkeoloji, sanat tarihi gibi farklı disiplinlerden ilgilenen akademisyenleri de kapsar. Dolayısıyla interdisipliner yapı Boğaziçi’nde epey yol kat etmiştir. Elbette daha da iyi olabilir, daha fazla disiplinlerarası bir yapı kurulabilir. Hali hazırda Koç Üniversitesi’nde başında olduğum yüksek lisans programları içinde mevcut olan Comparative History and Society programı benzeri ortak programlar oluşturulabilir. Örneğin, Boğaziçi Üniversitesi bir Kadın Araştırmaları veya bir Toplumsal Cinsiyet Araştırmaları gibi alanlarda araştırmaların yapılabileceği çok ideal bir yer olmaya hala devam ediyor. Ancak her bölümün belirli bir alanı var ve oradan çok fazla dışarı çıkılmıyor. Oysa bugün artık dünyada toplumsal cinsiyet ve queer araştırmaları gibi çalışmalar yapılıyor. Biz o konularda çok cesur değiliz sanıyorum. Ancak şunu da unutmamak gerekir ki, Boğaziçi Üniversitesi Türkiye’nin en düşük bütçeli kamu üniversitelerinden biri. Bunun getirdiği darboğazlar da söz konusu. Buna rağmen altyapı yatırımlarına devam ediyor. Bugün bütçesine oranla Türkiye’de en geniş kütüphane yatırımı olan üniversite Boğaziçi’dir.

Boğaziçi’nde ayrıca üst yönetim ile akademiya arasında her zaman çok uyumlu bir yaşam oldu. Bunun avantajlarını ben de yaşadım. Boğaziçi bu açıdan küçük üniversite olmanın faydalarının hala yaşanabildiği bir ortam sunuyor.

‘’Geçmişle barışmak için önce tarihsel koşulları anlamak gerekiyor’’

Hocam, akademik dünyaya katkılarınıza da değinelim. Kitaplarınız genellikle 1908 ve izleyen yılları konu alan, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin belki de en önemli süreçlerine, kuruluş temellerine odaklanıyor. Bu odağı nasıl seçtiniz diye devam edelim…

Daha doktora aşamasında Cumhuriyet’i bir ölçüde geçmişiyle barıştırma girişiminde bulundum diyebilirim. Meşrutiyet’in bir noktada Cumhuriyet’in temellerinin oluşturulmasında önemli bir işlevi olduğunu yazmak gereği duydum. Örneğin Türkiye’de Milli İktisat kitabımın böyle bir işlevi oldu. Milli İktisat kitabımda söylenenlerin özü, Cumhuriyet’in inşa sürecinde uygulanan ekonomik modeli de belirledi. O yüzden 1982’de bu kitabı yayınladıktan sonra Cumhuriyet iktisat tarihi 1908’e çekildi. Korkut Boratav gibi iktisatçılar Türkiye ekonomisini bu tarihten itibaren anlatmaya başladılar. Kitaplarımda Cumhuriyet’in temellerini ve kuruluş sürecinin hep bir continuity & rupture (süreklilik ve kırılma) süreçleriyle birlikte anlatılması gerektiğini düşündüm ve tarihin bu diyalektik yapısını vurgulamak benim en önemli çabalarımdan biri oldu.

Öte yandan, 1908 yani Jöntürk Devrimi siyasi olarak bir kırılma noktasıydı ama aynı zamanda Türkiye’de toplumda köklü değişimlerin yaşandığı bir süreci başlattı.  1908-1938 dönemini kapsayan 30 yıllık süreç bugünü anlamak bakımından önemli. Kitaplarımda bu noktaya özellikle eğildim. Bu bir şekilde, bugünün iktidarınca uzun süre göz ardı edildi. Daha çok İlk Meclis dönemine odaklanıldı. Ancak şimdi daha toleransla yaklaşılıyor ve Cumhuriyet’in kuruluş evresine daha nesnel kaygılarla bakılabiliyor. Zira devlette devamlılık vardır ve bu anlamda bazı dönemlerle barışılması gerekir. Örneğin İnönü’yü dışlayarak bir yere varamazsınız. Bugün eğer çok partili bir düzen varsa, Türkiye II. Dünya Savaşı’na girmemişse bunlar İnönü sayesinde olmuştur.

İki Dünya Savaşı arası dönem dünya tarihi açısından da çok farklı bir evredir. Bu dönemde Türkiye’de otoriter bir rejim vardır ama o günkü koşulların gereğidir bu. Otoriter rejimi elbette savunmuyorum ama tarihsel koşullar bunu gerektirmiştir. Ülkede okuma yazma oranın yüzde beş olduğu bir dönemde tek dereceli genel seçim yapılmasının anlamlı olup olmadığını sorgulamanız gerekir. Demokrasi dendiğinde salt siyasal demokrasiyi anlamamak lazım.  Demokrasi daha geniş bir perspektifle ele alınmalıdır. İnsanları o seçim sandığına götürmek, Medeni Kanun’un kabulü, kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi de demokrasinin bir parçasıdır. O nedenle ‘’Tek Parti döneminde demokrasi yoktu’’ demek bence önemli ölçüde haksızlık olur.

Siz halen Koç Üniversitesi’nde öğretim üyeliğine devam ediyorsunuz ancak Boğaziçi ile bağlarınız tüm sıcaklığıyla sürüyor. Hatta haftanın çoğu günü sizi kampüste bir konferans verirken, bir etkinlikte konuşmacı olarak görüyoruz. Son olarak, Boğaziçi Üniversitesi ile duygusal bağınız üzerine neler söylemek istersiniz?

Evet, ben şu sırada Koç’ta tarih doktora programının kuruluşunda görevliyim. Beş yıllık bir sözleşmem var. Ama Boğaziçi’yle olan ilişkimi hiç kesmedim. Hâlâ Atatürk Enstitüsü’nde doktora öğrencilerini yeterlilik sınavına hazırlıyorum. 41 yılı geride bıraktım. Yaşamımın yarısından fazlası Boğaziçi’nde geçti. Bu tabii duygusal bir bağ oluşturuyor. O kurumla özdeşleşiyorsunuz bir ölçüde. Ben her zaman Boğaziçi’nde huzur buldum. Her zaman Boğaziçi’nin özgür havasını soludum. Bu Türkiye’nin en buhranlı dönemlerinde bile beni iyimser kıldı. Her zaman yarına umutla bakmama neden oldu.

Boğaziçi Türkiye’nin en seçkin kuruluşlarından biri. Bunu yönetimiyle, idari personeliyle, hocalarıyla ve de öğrencileriyle birlikte sağladık.

 

Söyleşi: Özgür Duygu Durgun / Kurumsal İletişim Ofisi

Fotoğraflar: Kenan Özcan