Kimliğini kendi seçen kadın: Nermin Abadan-Unat

Nermin Abadan-Unat, sadece göç alanında değil siyaset sosyolojisi ve kadın çalışmaları konusunda da çığır açan çalışmalara imza atmış, Türkiye’nin ilk kadın siyaset bilimcisi. İkinci Dünya Savaşı’ndan Soğuk Savaş’a yakın tarihteki birçok kırılma noktasına bizzat tanıklık etmiş olan Abadan-Unat, son olarak bu yıl Nisan ayında Sakıp Sabancı Uluslararası Araştırma Ödülü'nde Jüri Özel Ödülü’ne layık görüldü. Abadan -Unat hayatını, göçü, göçmenliği, son dönem meraklarını Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği’nin aylık yayını olan Boğaziçi dergisine anlattı.

Son yıllarda göç çok arttı, bunu tetikleyen sebepler neler sizce?

Göçün küresel boyuta ulaşması ve son dönemde iyice artması, tamamen olmasa bile, büyük ölçüde medyanın yarattığı bir olgu. İnsanlar sadece iş aramak için değil; hayati tehlikeler karşısında, siyasi koşullar ve kuraklık gibi doğa şartları sebebiyle, daha iyi hayatlara ve hayallere ulaşmak amacıyla, öğrenim görmek için göç ediyorlar. Çünkü Afrika’nın en balta girmemiş ormanında –ki artık öyle bir orman da yok– ya da kentleşmemiş bölümlerinde yaşayan insanların önünde açlık olmayan, insanca muamele görebilecekleri, hastalık halinde bakıma ulaşabilecekleri, rahat bir yaşam vizyonu var. Bu düne kadar yoktu.

Dolayısıyla göç, internetin ulaşabildiği yerlerde farklı, ulaşmadığı yerlerde farklı şekilde önümüze çıkıyor.

Göçmenlerin yaşam koşulları ve sahip oldukları imkanlar zaman içerisinde nasıl değişiyor?

Mülteciler için vardıkları yerden itibaren bir ayıklama başlıyor. Genç, nitelikli, fiziki yetenekleri de yeterli olanlara kucak açılırken, diğer göçmenlerin durumu farklı. İlk başta insancıl ve merhametli bir şekilde karşılanıyorlar ama sonra kamplara yerleştiriliyorlar. Bu kamplardaki mültecilerin varlığı, sığınılan ülkede yerleşik sağcı ve ırkçı politikaları besliyor ve diğer göçmenleri de olumsuz etkiliyor. Gelen göçmenler kendi problemlerini çözemedikleri taktirde sığındıkları ülkenin siyasi yapısı da değişiyor.

Durum böyle olunca göç üzerine çalışma yapmak da hem etik hem kapsam açısından zor hâle geldi, değil mi?

Göç meselesini tüm bu anlattığım sebeplerden dolayı yerel ölçekte bir bakış açısıyla değerlendiremeyiz. Türkiye kara sularını aşıp Midilli’ye ulaşan, orada bir göçmen kampında kalanlarla İtalya’da, Almanya’daki göçmenlerin durumu aynı değil. Haliyle göç araştırmaları giderek zorlaşıyor. Eskiden köle ticaretinden bahsederken şimdi göçe bağlı modern köle ticareti, fuhuş ticaretinden bahsediyoruz. Her yerde aynı şiddette, aynı yoğunlukta olmasa da dünyanın her yeri için bu sorunlar geçerli.

Mültecilerin ekonomiye nasıl bir etkisi var?

Mülteciler teminatları ve çalışma izinleri olmadığı için yerli işçiyle yarışıyor; ucuz iş gücü sağlayarak damping dediğimiz olayın önünü açıyor. Ucuz iş gücü, teminatsız, kaçak iş gücü; işverenin de işine geliyor. Bunun istismarını önlemek için sosyal refah, sosyal adalet düşüncesini besleyen partilere ihtiyacımız var. Bu tip partiler halen iktidarda olmadığına göre, epey göze çarpan bir sömürü söz konusu. En büyük kurbanlar çocuklar ve kadınlar. Çocuk gelinlerin, kumaların artması da tesadüf değil. Mecliste kuması olan milletvekillerimiz olduğu sürece başkalarının da kuma sahibi olması normal karşılanıyor tabii.

Hocam, sizin de bir göç hikayeniz var, anlatır mısınız?

Ben Türkiye’ye kendi isteğiyle gelmiş bir bireyim, göçmen sayılmam. Mesela rahmetli eşim Yavuz [Abadan] Bey, bir göçmendir. Kırım’dan 1000 kişilik bir gemi dolusu Kırım Türkü ile beraber Eskişehir’e yerleştirildi. Onlar göçmendi. Ben kendi kararımla, 14 yaşındayken, bir büyükelçinin desteğiyle babamın Türk olması dolayısıyla okuyabileceğim bir ülkeye geldim. Bu bakımdan ben çok şanslıydım çünkü kendi arzumla bu işe kalkıştım. Bunu göçle karıştırmamak lazım.

Hep çalışmışsınız ama eğitiminizi de hiç arka plana atmamışsınız…

Bütün öğrenimim boyunca çalıştım, evet. Hiçbir zaman hazır para veya birisinin desteğiyle okumadım. Dolayısıyla bir öğrencim “Efendim, ben çalışıyorum,” bahanesi ile bana geldiği zaman yanlış adreste olduğu cevabını veririm hep. Yabancı dilim sayesinde Telefunken radyocusunda, Alman armatörlerle çalışma fırsatı buldum. Sonrasında da gazeteciliğe başladım. Bu yüzden ben tipik bir göçmen değilim. Türkiye Cumhuriyeti’nin gençlere verdiği imkan sayesinde buraya gelebildim. Beş parasızken liseye devam edebildim. Akrabalarım İzmir yerine Çemişkezek’te olsaydı belki farklı bir hayatım olurdu, o da benim şansım.

İlk çalışmaya başladığınız alan göç değil. Göç üzerine çalışmaya nasıl başladınız?

1962’de konuk işçiler üzerine rapor yazmak için Almanya’ya gönderildim. 1961 Anayasası’nda kalkınma planları hedef olarak gösterildi ve ilk beş yıllık kalkınma planına artan iş gücünün ihracı diye bir madde kondu. Sonradan okuyunca anlaşılıyor ki her iki açıdan ters ve hayali bir şekilde yola çıkmışız. Çünkü bizim planımıza göre dışarıya insan gönderecektik, onlar yeni beceriler ve bilgiler kazanıp ülkeye geri dönerek kalkınmaya motor olacaklardı. Almanlar da benzeri hayali bir planla rotasyon usulü olacak, misafir işçiler ülkelerine dönecekler diye bir maddenin varlığına güvenerek imzalamıştı anlaşmayı.

İki ülkenin de planı bu açıdan hayali; ne işveren bir sene boyunca işi öğrettiği çalışanlarını bırakmak istiyor ne de işçi birikim yapmadan ülkesine dönmek istiyor. Maalesef öğrenme boyutu bu planlarda gözden kaçırıldı. Yolladığımız işçiler daha çok kas gücü gerektiren işlerde çalıştılar çünkü becerileri plana uygun değildi. Bu boyuttaki bir işçi değişimi otomasyon teknolojilerinin kullanımı ile paralel yürümek durumundaydı fakat dönemin şartları buna uygun değildi. İşçi değişimi ile giden vatandaşların ülkelerine dönmeyeceği belli olduğunda ise iki hükümet de planların işlemediğinin farkına vardı.

Avrupalılar bu süreçte Türkleri nasıl tanıdı veya tanıyabildi mi?

Avrupa’nın da kusuru yok değil. Hâlâ bugün Almanya’da Türkiye ekonomisi ve tarihi üzerine bir kürsü yok. Almanya’da Türkiye ile ilgili Türkoloji, arkeoloji ve ilahiyat bölümlerinden bahsetmek mümkün. Arkeolojide de zaten, Hititlerden Osmanlı’ya ne kadar bir tarih varsa hepsi aynı başlık altında inceleniyor.

İslamofobi Avrupa’da uyku halinde aslında hep vardı, ama başka şekillerde kendini belli ediyordu. Örneğin, şu anda 50 bine yakın Türk-Alman girişimci var, siyasi ortak olarak sayabileceğimiz Türkler var. Almanya’nın uzun bir süre devam ettirdiği “göçmen kabul eden ülke değiliz” politikasının yansımalarını Türkiye kökenli Almanların entegrasyonunda hâlâ görebiliyoruz.

Size “gitmek mi zor, kalmak mı” diye sorsam?

O kadar bireysel bir soru ki bu soruya cevap verilemez. Türkiye’de biliyoruz ki gençlerin çoğu gitmek istiyor. Gençler kendilerine güvenirler ve kendilerine güvendikleri ölçüde başarılı da olurlar. Fakat bir yaştan sonra, mesela benim için, bu tabii ki söz konusu bile değil. Mesela Rockefeller 200 yaşına kadar yaşamak istediğini söylemiş, yetmedi mi şu ömrü diye düşünüyorum.

 

Röportaj: Elvin Vural’12

Fotoğraflar: Emre Güven

 

Röportajın devamı ve daha fazlası Boğaziçi Dergisi Nisan 2017 sayısında…